Nedir bu paraların kaynağı?


Bu köşelerde yazı yazanların en büyük zevki her halde okurlarıyla kurabildiği diyalog olmalı.
Beğenilsin, beğenilmesin;
Yazılana olumlu ya da olumsuz tepkiler gelmesi kadar güzel bir şey olamaz.
Her şeyden önce okunuyor olmak doğrusu çok keyifli.
Aksi halde karanlığa doğru konuşmak ya da su üzerine yazı yazmak gibi bir duygu çıkıyor ortaya.
Bu nedenle yazılarıma internet sitesi üzerinden her türlü yorum gönderen, telefon ederek düşüncesini açıklayan, elektronik posta atan herkese çok teşekkürler.

Gönül ister ki gelen her yoruma aynı sayfalarda yanıt verelim ama bu durum bir süre sonra ikili diyaloga döneceği için, ne yazık ki yazıların yayınlandığı köşelerin kullanılış amacı açısından pek başvurulabilecek bir yol değil.
***

Türkiye önemli bir referandum kampanyası yaşıyor.
İktidar, elindeki tüm imkânlarla şehirlerin her tarafında hatta şehirlerarası yollarda adeta ölçüsüz bir evet kampanyası yürütüyor.
Meselemiz, sanki vatandaşın Anayasa değişiklikleri konusundaki fikrini almak değil de, ne bahasına olursa olsun, düşüncesini iktidarın görüşünden yana şekillendirmek haline geldi.

Bu arada Ramazan dolayısıyla düzenlenen ve 70 bin kişiye varan biri iftar sofrası Başbakan’ın, Bakanların ve belediye başkanının katıldığı evet şapkalı tişörtlü ayrı bir siyasi gösteriye dönüştü.
Bu tür sofraların daha nicesini saymak mümkün.
İnanca dayalı olması gereken sofralarda çoğu zaman “suyu çıkarılan” referandum propagandaları sözde her iki anlamda da “kitaba” uydurulmuş durumda.
Doğrusu işin resmi kayıt tarafının nasıl ayarlandığı konusu gibi, bunu kayda geçecek meleklerin yapacaklarını da merak ediyorum:
 Acaba 70 bin kişilik iftarın karşılığında onu düzenleyene, buna ön ayak olan siyasilerimize  ne kadar sevap yazacaklar?
Bu kadar büyük bir “amel”in sevabını nasıl hesaplayacaklar?

Beş kişilik sofrasına  “iftariyeliğini”  götürürken hesap üstüne hesap yapan vatandaşımız da mutlaka merak ediyor:
Nereden geliyor bu değirmenin suyu acaba?

***
Değirmenin suyu konusunda en çok merak edilen olaylardan biri, 
Ekim 2008 ile Mayıs 2009 arasında yaşandı.
Bu tarihlerde Türkiye’ye “kaynağı belli olmayan” 18,3 milyar dolar döviz girişi oldu.
Yurda giren para ne işçi döviziydi ne dış müteahhitlik kazancı.
Memlekete birden bire nereden geldiği çözülemeyen döviz yağıyordu.
Aynen, ansızın başlayan palamut ya da lüfer akını gibi.
Bu rakam, anılan dönemdeki 69,9 milyar dolarlık ihracatın tam yüzde 26’sı düzeyindeydi.


İşi bilenler, olsa olsa diyorlar;

-Irak, Suriye ve İran’la yapılan sınır ticareti nedeniyle Türkiye’ye bavullarla gelen paralardır.
-Şirketlerin yurtdışında tuttukları paralarını Türkiye’ye getirmeleridir.
-Yastık altındaki döviz ve altınlar bozdurulmuştur.
-Varlık barışı kapsamında gelmiştir.
-Her zaman bu türden işlemler oluyor, net hata noksan kaleminden girişlerdir ama bu kadarı da şimdiye kadar görülmemiştir.
-Bankalar bazen yurtdışına TL verip dolar alıyor; bundan da kaynaklanabilir.

Acaba bu paralar gerçekte neyin parasıydı, kimlerin parasıydı, niye bize girdi, niye bir yerde kaydı yoktu, niye bir açıklaması yok, içerde ne işler yapacak ve ne zaman çıkacak?

Aradan bunca zaman geçti ama bu konuda herhangi bir mantıklı açıklama, bir resmi araştırma sonucu duymadık.

Kasım 2008’de Sayın Başbakan ekonomik krizi değerlendirmek üzere yapılan Ekonomi Koordinasyon Kurulu’nda “ Bazı işadamlarının zulasında iki yıl yetecek paraları var” demişti.
Acaba belirttiğimiz olaydaki paraların ne kadarı bununla ilgili?
Demecin üzerinden iki yıl geçmediğine göre o paralar henüz bitmemiş olmalı.

***
15 Mart 2010 tarihinde “İkinci Varlık Barışı” çerçevesinde bir vatandaşımız benim 5.2 milyar liram var demişti ve Maliye’ye beyan da etmişti ama sonra ne hikmetse para mara getirmedi. Bu kadar nakdim var diyen bu kişi şimdi o getirmediği 5,2 milyarın ödemediği 104,9 milyon liralık vergisi dolayısıyla  38. Sırada büyük vergi borçluları arasında yer alıyor.

Hani derler ya “para ile imanın kimde olduğu belli değildir” diye.
Yok dediğinde var, var dediğinde yok!

Doğrusu, asgari ücretten çalışanlarımızın, işsizimizin, bankadan  üç kuruş promosyonumu isterim diye yırtınan emeklimizin, KEY parasından elli yüz lira düşer mi diye çırpınanın, yıllık yüzde dört maaş artışına razı olan memurumuzun bu hesaplara akıl erdirebilmesi ve ortada dolaşan paralarla kaç simit alınabileceğini elinde en az on sekiz haneli hesap makinesi olmadan hesaplayabilmesi mümkün değil.

Olsa olsa şu söylenebilir:
Bir zamanlar devlet büyüklerimiz Türkiye ekonomisinin yarısının kayıt dışı olduğunu ifade etmişlerdi. Ki öyle olmalı, milli gelirimiz yıllık 600 milyar dolar dolayında kabul edildiğine göre bunun yarısı olan 300 milyar dolarlık kısmının kimin cebinde olduğu, nereden gelip nereye gittiğinin pek bilinemiyor olması normal.

Bilinen tek şey, süregelen düzenin hala bunları üretmeye ve barındırmaya imkan veriyor olması.
Özetle düzen böyle.
Var sayalım ki bunlardan bir kaçının izini yakaladık.
Ya gerisi?