İkinci ok
ve neden ulus neden ulusalcılık?


Ulus (ya da millet) nedir?
Sadece aynı ırktan olan insanların birliği mi?
Hayır değil... farklı farklı ırklardan gelen insanlar da çoğu zaman kendilerini aynı ulustan saymazlar mı? Örneğin amerikan ulusunda, fransız ulusunda siyahlı beyazlı çeşitli "ırk" lardan gelen insanlar yok mudur?
Vardır tabii.
Onların farklılıkları aynı ulustan olmalarına engel midir?
Hayır, asla olmamıştır.

O zaman nedir ulus?

Profesör Dr. Rıza Filizok hoca bir makalesinde, ünlü sosyolog Ziya Gökalp’in, “Millet”in ırksal değil fakat kültürel birliğe dayanan ve terbiye yani eğitim sonunda oluşan bir birlik olduğunu ispatladığını söylüyor. Filizok, Gökalp’e göre; ırk kavramı, zooloji bilim dalına ait biyolojik bir terim ve anatomik tipleri gösteriyor; dolayısıyla sosyal bir toplum olan “millet’in insanbilimsel bir tip olan "ırk" ile zorunlu bir ilişkisi yoktur” diyor.
Yani insanlar farklı ırk ya da kavimlerden gelseler de, eğer aynı bölgelerde yaşıyor, aynı kültürü paylaşıyorsa, aynı millet ya da ulustan sayılırlar.
Bunları eğer yaşadıkları bölgelere, geleneklerine, yerel dillerine kadar ayırmaya kalkarsanız adının önüne “küresel” sıfatını eklediğimiz o devasa güçler karşısında hiçbir kavmin esamisi okunmaz.
Gökalp’e göre bu acımasız dünya şartlarında yeryüzünde var olabilmek için ortak bir kültür ve terbiyeye ihtiyaç vardır.
Özetle söylemek gerekirse, Gökalp bir ulus olarak birleşmeyi ve bunu geliştirmeyi öneriyor. Aksi halde siz çeşitli farklılıklarınızı öne çıkarıp daha da ufalırsanız bu devler arenasında ufalanır gidersiniz diyor.
Ulus kavramı bu ise, “ulusçuluk gütmek” anlamına gelen "ulusalcılık" da, yine bu küresel arenada daha fazla ufalanmayarak, benzer taraflarımızı, ortak çıkarlarımızı öne çıkarıp birlikten kuvvet doğurmak değil midir?
Örneğin ekonomide.

***

Günümüz dünyası, özellikle üretim gücünün batıdan uzak doğuya doğru gelişen eksen kayması sonucu acımasız bir hayat memat meselesinin içine düştü.
Üretim gücünün doğuya kayması özellikle batıda üretimi azalttı, istihdamı çökertti, kazançları düşürdü ve pazar ilişkilerinin geleneksel düzenini bozdu.
Şimdi her şey yeniden şekilleniyor.

Küresel ekonomide yaşanan bu can telaşı, bir yandan da gelişip dev büyüklüklere ulaşan ve dolayısıyla düşük kazançlarla ayakta kalması mümkün olmayan “dünyalı ya da ulus üstü” sermaye gruplarının her türlü yolu deneyerek yeni pazarlar bulma, buldukları pazarların kurallarını altüst ederek kendilerine daha da geniş yollar açma sürecini hızlandırdı.
Küresel sermaye, hukukta da siyasette de “asıl olan bizim kazanıyor olmamızdır” deyip yeni pazarları zorlarken, daha önceden meydana getirdiği uluslararası kurumların referanslarını da kullanıyor. Yani daha önceden "ısmarladığı" desteklerini de alıyor.
Onların eliyle ama kendisinin koyduğu kurallarla, hedef pazar bölgelerine önceden soktuğu ve beslediği sivil toplum örgütleri ve medyası ile, "iktidar olalım da maliyeti ne olursa olsun" diyebilen ve kendisiyle işbirliğine yatkın kesimler de "seninleyiz" çığlıkları atıyor.

***

Uluslararası sermaye bunu yaparken karşısında; aynı sınırlar içinde yaşayan, aynı kültürü paylaşarak bir arada yaşayan ve kendi içinde yıllardır işçi dayanışması, esnaf dayanışması, meslek dayanışması, hemşehrilik vs gibi belirli dayanışmalar gösteren her türlü topluluğun birbirleriyle birarada yaşama arzusu ve de "aynı ulustan" olma bilinci vardı.
Başarı için önce bu dağıtılmaya çalışılmalıydı.
Çünkü uluslararası sermayenin kazancı, ancak karşısındakilerin kendi çıkarlarını gözetemeyecek ya da savunamayacak kadar ufak parçalara dağılmaları ve birbirleriyle çatışmaları ile elde edilebilirdi.
Böylece kimileri karşılaştıkları bu büyük gücü görerek, kendinin adeta küçüldüğünü hissederek korkuyla yandaşlaşacak, kimileriyse artık direnecek dermanları kalmadığı için engel olmaktan çıkacaktı.

***
Ulus (millet) olarak bir arada bulunanların bu ortak yaşamlarının en önemli bağlantı larından biri de, onların geçimleri yani ekonomileridir.
Dikkat edilirse, bu yapıyı bozmaya, bölmeye çalışanların nihai amacı da ulusal ekonomiyi teslim alarak, zayıf düşürerek o hedefteki ulusun pazarını ele geçirmektir.

Latincesi divide et impera olarak söylenen "böl ve yönet" deyimi, siyasi literatürün en bilinen kurallarındandır. Bunun gerçekleştirilebilmesi için, tabii ki bir küresel güç taraftarı ve görevlisi olan Amerikalı Paul Henze'nin, 1998 yılında çıkan "Türkiye ve Atatürk'ün Mirası" adlı kitabında (Kömen Yayınları, 2003) anlattığı gibi bir tablonun oluşması gerekmektedir.

Bakın ne diyor Henze:
“Herşeyin merkezi hükümetin otoritesi altında toplanmasını engelleyecek olan federal düzen, yöresel (bölgesel) önderliği destekler ve siyasal, toplumsal, iktisadi sorunların çözümünde deneyim kazanılmasını sağlar.
Yine bu düzen içinde etnik ve ayrılıkçı öbeklerin uzlaştırılmaları olanağı da yaratılır... Belki bu tür temel bir düzenlemenin yapılabilmesi için 20. yy. Sonunda Türkiye’nin içine sürüklendiği bunalımın biraz daha kötüleşmesi gerekecektir.”


Bir ülkenin kendi halkının refahı tabii ki o ülkenin kendi işçisinin, esnafının, sanayicisinin, bankasının kazanmasına bağlıdır. Bu işte kazanmanın birinci koşulu ise, en azından avucunun içinde olması gereken kendi iç pazarını başkalarına kaptırmamaktır. Çünkü üretebilmenin olmazsa olmazı kendi iç pazarınızı kaptırmamış olmanızdır. Dış pazar bundan sonraki aşamadır.
Hiç ürettiği ayakkabıyı, ürettiği çelik tencereyi, ürettiği eti kendi ülkesinin insanlarına satamayan bir esnaf ya da sanayicinin onları dışarıya satma imkanı olabileceğini ve ayakta kalabileceğini düşünebilir misiniz?
Kendi ülkesinde üretilmeyen yani başka ülkelerin işçilerinin ürettiği malı tüketen insanların yine kendi ülkesi sınırları içinde iş bulabilmelerine, istihdam edilmelerine imkân var mıdır?
Elbette yoktur.
O halde, aynı ulustan (milletten) olanların kendi pazarlarına sahip çıkmaları öncelikle kendi kişisel ekonomileri için gereklidir.
Küresel sermaye, hedef ulusun pazarına kendi malını sokabilmek, o pazarı kendi yararına yönlendirebilmek için çabalarken karşısındaki en önemli engel, işte bundan dolayıdır ki hedef ülkedeki ulusun insanlarının kendi ekonomik çıkarlarını korumak yolunda gösterdikleri dirençtir.
Bu direnci kırıp ekonomiye hakim olmak isteyenler önce “ulus”un kendi içinde bölünmesini isterler. Burada gözle görülen bölünme toplumdaki bölünmedir ama uluslararası sermayenin asıl amaçladığı, o toplumun ekonomisindeki bölünmedir. Böylece karşılarındaki ekonomi daha küçük parçalara ayrılacak, iç verimliliği düşecek ve kendi pazarlarının yabancıların ellerine geçmesine engel kalmayacaktır. Ekonomisi yerle bir olmuş bir toplumun siyaseti zaten teslim olmuştur.
Siz hiç bir toplumun dış güçlerce bölündüğünü ama pazarına girilmediğini gördünüz mü?
Bu iş karpuzu kesip de içini yememek kadar olmayacak şeylerdendir.

***

Her ekonominin özellikle stratejik sektörlerinde ve büyük yatırımlarında kamu payı vardır. Dışarıdan gelip de ülke ekonomisine hakim olmak isteyenler, genellikle ilk adım olarak kamu işletmelerinin“serbest piyasa” ekonomisine uymadığını, her şeyin özelleştirilmesi gerektiğini anlatırlar.

Hedef ülke ekonomileri onlar kadar güçlü olmadığı için, yönetimler her zaman daha fazla icraat yapabilmek amacıyla dışarıdan gelecek büyük paralara ilgi duyarlar.
Bu büyük kamu yatırımları özelleştirildiğinde iç piyasada kolay kolay ödenemeyecek yüksek bedeller söz konusu olduğu için de, genellikle yabancılar ve ancak yabancı destekli yerli yatırımcılar alıcı olurlar.
Stratejik sektörlerin özelleştirmeler yoluyla yabancı yatırımcıya geçmesi, bunların yan sanayileri ile bunlardan destek, hammadde, yarı mamul alan sanayileri de yabancıların eline ya da güdümüne geçirir.
Özellikle pazarlama ağına sahip firmalar ile büyük alışveriş merkezleri ülkenin iç pazarına hâkim olmada kritik yerlerdir. Buraları ele geçirenler artık hedef ülkenin iç üretimini ezen ve kendi ürününü satan pazarlama düzenini kurmuş olurlar. Bundan sonrası, bu pazar hâkimiyetinin giderek daha da genişlemesi, geri dönüş yollarının kapatılması için iç hukukun istedikleri gibi düzenlenmesidir.
İşte bu süreçte, aynı ulusun insanlarının ortak ekonomisi olan "ulusal ekonomi" taraftarlığı bilinçli bir biçimde "ırkçılık"la aynı kefeye konmaya çalışılır. Kavramlar karıştırılır ve milliyetçilik-ulusçuluk çağ dışı bir anlayıştır denir. Buna karşılık, ekonomik karar ve işlemler de dahil küresel olan yani dünyanın uluslararası güçlerine kapıların ardına kadar açık olduğu her türlü düzen de çağdaşlık kabul edilir.

Komşusu aç yatarken kendisi tok yatan bizden değildir deriz.
Yani bizim insanımız ferdiyetçi değil toplumcudur. Bu inancın kabul gördüğü bir ülkede acaba kendi ülkesinin işçisi işsizken, kendi esnafı siftahsız kepenk kapatırken, kendi ülkesinin ekmek tekneleri olan fabrikaları çürürken, yani tüm bir ulus kaybedip açlığa mahkum oluyorken kendi insanının ekonomisini savunmak anlamındaki ulusalcılığa karşı olmak, birilerinin idealizminden mi yoksa "Sizin adam olacağınız yok, bari ben güçlülerden yana olup kendimi kurtarayım" biçimindeki bencil tavrından mı sayılmalıdır?

Bu devleti kuran Büyük Atatürk, altı okla simgeleştirdiği temel ilkeleri sıralarken neden cumhuriyetçiliği birinci ilke saydıktan hemen sonra ikinciliğe milliyetçiliği oturtmuştur? Bu ilke ırkçılık kadar yüzeysel bir amaca yorulabilir mi?
Yorulamazsa yukarıdaki konularla birlikte ele alınıp tartışılması gerekmez mi?
Milliyetçi değilim demek bu milletten ya da ulusun çıkarından bana ne demek anlamına gelmez mi?
Ben milliyetçi değilim diyenler gerçek anlamda aydın sayılabilir mi?
Siz ne dersiniz?