Stratejik işler ve tamamen duygusal bir özelleştirme


Sizce strateji nedir?
Bu kelimeye pek ısınamadığım için “acaba bunun yerine ne konur diye araştırırken “Sevk-ül ceyş” kelimesine rastladım.
Sevk-ül ceyş, bu gün dilimizde olan yabancı kökenli “strateji” kelimesinin askeriyede kullanılan tam karşılığı imiş.
Daha çok, askerleri bir hedefe doğru yöneltme gibi bir şey.

Genel anlamda; örneğin ekonomide, politikada ve memleket meselelerinde kullanıldığında hangi kelime ile günlük dilimize çevrilebilir bilemiyorum ama galiba en iyisi geniş bir tanımını yapmak:

Strateji: Önceden belirlenen bir amaca ulaşmak için tutulan yol.
Bir ulusun veya uluslararası topluluğun, barış ve savaşta benimsenen politikalara en fazla desteği vermek amacıyla politik, ekonomik, psikolojik ve askerî güçlerini bir arada kullanma bilimi ve sanatıdır da deniyor.
Bu tanımı tuttum.

Gelelim stratejik işlerin neler olduğuna.
Eğer seçilmiş ya da atanmış bir yönetici iseniz ve strateji denen şey bir hedefe kilitlenmek gibi de düşünülebilirse kafanızda iki ayrı şapkanız ve dolayısıyla iki de stratejiniz var demektir:
Birincisi, bulunduğunuz makamın hakkını vererek koltuğunuzu muhafaza etmek ve ileride daha yüksekçe bir koltuğa hazırlık yapmak; diğer ise buradaki göreviniz dolayısıyla kamunun sizden beklediklerini yerine getirebilmek, yani kısaca oturduğunuz makamın amacına hizmet etmek.

Bazen insanların bu iki stratejisi birbirine karışır.
Kimilerinin kişisel stratejisi onun işgal ettiği makamın stratejisini bastırabilir.
O zaman sanırım birilerinin çıkıp bu kişisel stratejiye bir eleştiri getirmesi, dur demesi ya da onu işgal ettiği koltuğun stratejisine doğru yönlendirmesi gerekiyor.
Bu kolay bir şey mi?
Zor, ama vazgeçilecek gibi bir şey değil, mutlaka denenmeli.

**

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin İDO’yu satması konusunu ele alalım.
Ne dersiniz, bu satış stratejik açıdan nasıl değerlendirilebilir?

Önce kişisel strateji açısından bakalım:
Eğer işin başındaysanız ve yönetiminiz sırasında ciddi bir para sıkıntısına düşmüşseniz, bu sıkıntı giderek bütün alacaklıları kapıya toplamaya, hizmetinizi yavaşlatmaya başlamışsa ve buradaki tablo sizin kişisel stratejinizdeki başarınızı engelliyorsa gider en kestirmesinden bir şeyleri “özelleştirirsiniz”.
Özelleştirme, piyasa ekonomisinin güzel(!) bir buluşudur. 1980’lerin Demir Leydisi Thatcher da, “Yaşasın liberal düzen” sloganı da artık tarih olmuş, son krizlerde ekonominin bu kadar da piyasa koşullarına bırakılmaması gerektiği, bu politikaların yanlışları ortaya çıkmıştır ama işler sıkıştığında o gerekçe yine de birilerinin işine yaramaktadır.

Sırf özelleştirme olsun diye yapılan özelleştirmeler ise, bu günün koşullarındaki bir politikacı için aynen o reklamdaki gibi “tamamen duygusal”dır.
Bütçeniz yetmediğinde, yönettiğiniz kurumun önceki yıllarda oluşturduğu, “Oluşsun da belediye hizmetleri daha iyi yürüsün” dediği kıymetli bir işletmeyi satar, sonra da “eh ne yapalım 1994 yılında çıkarılan özelleştirme kanunu bizi buna mecbur etti, üstüne üstlük 17 yıl kadar yıl da geciktik” der, sizi bir süre daha kendi stratejiniz doğrultusunda götürebilecek paraya kavuşursunuz.

Peki bu durum işgal ettiğiniz koltuğun bu günkü stratejisine uygun mudur?
Değil tabii
Makamlar insanlardan farklıdır.
İnsanlar gidici, makamlar ve bu devlet sürdükçe kalıcıdır.
İnsanların bazen her ne bahasına olursa olsun koltuğa yapışma gibi bir stratejileri olabilir. Birileri gitmemek için bir şeyleri satmayı çözüm olarak görebilirler ama devletin böyle bir düşüncesi olamaz.
Devlet her zaman kalır; tabii devletin ihtiyaçları da…
Dolayısıyla bir kişinin stratejisi ile bir makamın stratejisi faklı olmak durumundadır.

Biz yine örneğimize dönelim:
Stratejik açıdan İstanbul Büyükşehir Belediyesi İstanbul Deniz Otobüsleri İşletmesini (İDO’yu) satmalı mı satmamalı mı?
Bunun cevabını verirken çıkış noktamız; bu işletmenin İstanbul’un ve ülkenin ekonomisinin, ülkenin dış siyasetinin ve hatta savunması için ne anlama geldiği, işletmenin ne kadar “elzem” yani gerekli olduğudur.

Hatırlanacaktır; “piyasa ekonomisinin anavatanı” Amerika Birleşik Devletlerinde bir limanın Araplara satışında Amerikan senatosu ayağa kalkmış ve burayı ancak Amerikalılar işletebilir diyerek satışa engel olmuştu.
Neden?
Çünkü her şeyin para ile ölçüldüğünü düşündüğümüz bu ülkede bile ulusal güvenliğin tehlikeye düşmemesi için buraların “başka” birilerine teslim edilmemesi gerekiyordu.
Fransızlar da telefon idaresinin, enerji santrallerinin satışına karşı çıktılar.
Onlar bizden daha mı az piyasacıydılar?

Alın size stratejik ihtiyacın ne olduğu ve olabileceği konusunda bizden canlı örnekler:
Mısırda olaylar çıkıp 25 bin vatandaşımızın acilen tahliyesi gerektiğinde hükümet derhal elindeki İDO gemilerini kullanmadı mı? Bu gemiler eğer bir uluslararası sermayedarın işletmesinde olsaydı neredeyse bir telefon talimatıyla bunları seferlerinden çekip anında seferber edebilecek miydik?

Libya’dan yaralı taşımak için Başbakan Yardımcısı Çiçek’in Dışişleri Bakanı ile yaptığı bir telefon görüşmesi üzerine yine bir İDO gemisinin derhal hastane haline getirilmesi mümkün olabilecek miydi?

Tutun ki bu sıcak coğrafyada yarın daha büyük kitlelerin bir yerden bir başka yere sevkleri ya da tahliyeleri gerekecek. Eğer elinizdeki işe yarar tüm gemileri “kim alırsa alsın” diyerek toptan satmışsanız, sıkıştığınızda devreye Üsküdar-Beşiktaş çalışan şehir hatları vapurlarını mı sokacaksınız? Yoksa elden çıkardığınız bir iskelede yabancı sermayedarların tarifeli gemisinin hareket saatini mi bekleyeceksiniz?
İşte bunun için, satarken üç kere düşünmek lazım derim.