Vergi hukuku ve Al Capone

 

Vergi denetiminin nasıl olması gerektiğini anlatan bazılarının öğüne öğüne verdiği bir örnek vardır: Gangster Al Capone. Özenerek ve özendirmek için derler ki, Amerika’da öyle bir vergi denetimi vardı ki, bir zamanlar polisin yıllarca açığını yakalayıp içeri tıkamadığı tüm ülkenin mafya babası Al Capone, yıllarca adaletin elinden kaçabilmiştir ama sonunda vergi kaçakçılığından suçlanarak “içeri atılabilmiştir”.
Bu örnekle, vergi denetiminin, polisin yakalayamadığı, adaletin suçlayamadığı kimseleri bile yakalayabileceği (suçlayabileceği) ve sıkı biçimde kullanılırsa çok şeylere kadir bir imkân olduğu anlatılmak istenir.
Ne yazık ki, bu talihsiz örneği bazı ciddi vergi hukukçuları da vermekte ve belki de farkında olmadan birilerine yapılan bazı uygulamaları mazur göstermektedir.
Vergi hukukunu adi suçları cezalandırmada kullanmak kadar yanlış ve adalete zarar veren başka bir şey olamaz. Tabii vergi hukukçuluğunu bu yolla etkinleştirmeye gayret etmek de.

Bunu neden doğru bulmadığımızı söylemeden önce, hakkında filmi de yapılan Al Capone olayı hakkında kısa bir bilgi verelim.
En ünlü Amerikan gangsterlerinden biri olan Alphonso Gabriel Al Capone, 1893`te ABD`ye göç etmiş Napoli’li bir ailenin çocuğu olarak 1899`da New York`ta doğmuş. Doğduğu şehirde pek çok küçük işte çalışmış. Bu işlerden biri olan bar fedailiği sırasında yüzüne aldığı üç yara nedeniyle daha sonraları kendisine yaralı yüz (scarface) lakabı takılmış. Al Capone suç dünyasındaki yükselişini 1920`li yıllardaki içki yasağı sayesinde gerçekleştirebilmiş. Chicago`da içki kaçakçılığından büyük paralar kazanmış. Chicago`nun banliyölerinden Cicero`da kendi adamını belediye başkanı seçtirerek elde ettiği yasal güvenceyle gücünü arttırmış. Sahip olduğu kumarhanelerle de kirli işlerini gizleyebiliyormuş.
Rekabet tabii ki bu sektörde de var. Bu sürede rakipleri ve düşmanları artmış. 1929`a gelindiğinde düşmanlarıyla arasındaki gerilim savaşa dönüşmüş. O yılın 14 Şubat`ında rakip gangster çetesinden yedi kişiyi öldürtmüş ama `Sevgililer Günü Katliamı` olarak anılan bu olayın Al Capone ile bağlantısı asla kanıtlanamamış. Pek çok kirli işe ve cinayete bulaştığı söylenen Capone, bunlardan değil, 1929`da vergi kaçakçılığından tutuklanmış ve ünlü Alcatraz Hapishanesi`ne konmuş. 1947 yılında da buradan ancak cenazesi çıkabilmiş.
Bu kadar çok iş karıştırdığı söylenen Al Capone için Amerikan adaleti kendisini suçlayıp mahkum edebilecek deliller ileri sürebilmiş ve onu mahkum etmiş mi?
Hayır.
Adi suçlar yönünden bakıldığında kim ne derse desin hukuk onu “masum” sayıyor.
Zaten olayın bizim ilgilendiğimiz kısmı da burada başlıyor.
Şimdi gelelim eleştirimize.
Vergi hukukunda bir kimsenin vergi kaçırıp kaçırmadığının nasıl araştırılacağı, bir suçlama yapılacaksa bunun nasıl delillendirileceği, nasıl belgelendirileceği ve nihayet suçlu oldukları ileri sürülenlerin nasıl yargılanabilecekleri ceza hukukundan oldukça farklı bir biçimde düzenlenmiştir.
Vergi hukukunda vergi idaresi ile vergi yükümlüsü veya sorumlusu vatandaş arasında hiçbir biçimde, örneğin ceza hukukunda olduğu gibi iddia ile savunma arasında bir eşitlik yoktur.
Vergi kanunları yazılırken vergi idaresi tarafı açık biçimde “üstün” tutulmuş, siyah ile beyaz arasındaki gri alanlar hep vergi idaresi lehinde yorumlanmıştır..
Bunun vergi toplayabilmek için gerekli ve yararlı olduğu söylenir.
Yazımızın amacı bu yönetim mantığının doğruluğu ya da yanlışlığı değil, vergi hukukundaki uygulamanın ve anlayışın bu olduğudur.
Örneğin yeni Türk Ceza Kanunu’muzun 21. maddesi “Suçun oluşması kastın varlığına bağlıdır. Kast, suçun kanunî tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir” derken, Vergi Usul Kanunu’muzun 359. Maddesi, “..yanıltıcı belge kullananlar.. 18 aydan üç yıla kadar hapis cezasına hükmolunur” der. Dikkat edilirse bu ikincisinde ceza adaletinin temeli olan “kasıt” aranmamakta, bilmeden kullanma dahi ceza kapsamında sayılmaktadır.

Daha anlaşılsın diye bunu örneklendirelim: Otomobilinizle İstanbul’dan Ankara’ya giderken gece yol üzerinde bozulan aracınızı hiç tanımadığınız bir yerde tamir ettirdiniz ve aldığınız faturayı defterinize kaydettiniz. Ya da bir benzinciden benzin aldınız. Eğer gece karanlığında elinize tutuşturulan fatura o işi yapan kişiye ait değilse, ya da faturada yazılan işletme o işletme değil, elinizdeki fatura maliyeden onaylı bir matbaada basılmış değilse siz Vergi Usul Kanunu’nun 359. Maddesinde yazılı üç yıla kadar cezası bulunan suçu işlemiş sayılırsınız.
Açıktır ki, burada kastınız olmadığı gibi elinize tutuşturulan faturanın o kişinin usulüne uygun faturası olup olmadığını, bu faturanın verenin defterine kaydedilip kaydedilmeyeceğini de bilme ya da araştırma imkânınız yoktur.
Peki, adam öldürme iddiası ileri sürüldüğünde kasıt ve herkesin kabul edebileceği deliller olmadan kimseyi suçlayamıyor ve bu ispatlanmadığında kendisini “masum” sayıyorsanız, böyle bir olayda birisini suçlayabilir misiniz?
Hukuk düzenimiz eğer “o başka, vergi işi başka” diyorsa, buna ilişkin diyeceklerimizi başka bir zamana ve zemine bırakarak tartışmayı daha fazla uzatmayacağız.
Ama vergi hukukunun ölçüleriyle ceza kanununun cezalandırmadığı kimselerin cezalandırıldığını ikide bir örnek olarak göstermek ve ceza kanunlarına göre ispatlanamamış savların bu yolla ispatlanabileceğini “benimsemek” demeyelim ama makul ve makbul saymak acaba ne kadar doğrudur.
Hep rüzgârı arkaya alıp konuşma kolaycılığı acaba ne kadar saygınlık getirir?
Bu işler yarın tersine dönerse buna şimdiden karşı çıkmayanlar hatta makul ve makbul görenler acaba çevresindekilere ya da arkasındakilere “adalet” konusundaki yaklaşımlarını nasıl açıklayacaklardır?
Kim ne derse desin, “Al Capone’un cezasını vergiciler verdi” örneği çok yanlış.