“Ölü üyeler sendikacılığı” ve
kim savunacak bu işçi haklarını ?


“Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı” Türkiye’de resmen 3 milyon 200 bin sendikalı işçi olduğunu kabul ederken “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik” açıklama yapıyor:

“Türkiye'de 880 bin sendikalı işçi var.
İki yolumuz var. Ya, '3 milyon 200 bin sendikalı işçimiz var' deyip kendimizi kandıracağız, kimsenin inanmadığı bir yalanı söyleyeceğiz….”

Yapın kabaca hesabını; bu rakamlara göre yaklaşık olarak sendikalarda kayıtlı görünen her dört kişiden üçü kayıp, sadece biri mevcut.
Sayın Bakanın işaret ettiği diğer hususlar da şöyle:

“Şu an Türkiye'de sendikalı olabilecek işçi sayısı 10 milyon 300 bin.
Bakanlık kayıtlarında 5 milyon 400 bin çalışan var, 3 milyon 200 bini sendikalı görünüyor.
Ölen, kalan, yaşayan yaşamayan herkes sendikalara kayıtlı. 10 milyon 300 binin içerisinde çok ölü var…. 51 sendika yüzde 10 barajı, o sahte üyelerle aşıyor”

***
Sosyal demokrasi, emeğin hakkını söke söke alırız falan deyip duruyoruz ya;
Ne dersiniz?
75 milyonluk Türkiye’de bu yapıyla ya da işçinin bu kadarcık örgütlenmesiyle piyasa ekonomisi dizginlenebilir, emek ile sermaye arasında anlamlı bir denge kurulabilir mi?
“Biraz zor” diyelim şimdilik.

Peki nasıl olacak bu iş?
Kapitalist tabanlı bir ekonomide başta emekçiler olmak üzere sol güçlerin ağırlık koymasıyla toplumda yeni bir denge kurulması sayesinde değil mi?
Bu günün dünyasında ve bu günün “küresel” ekonomik düzeninde son hali yukarıdaki açıklamalara konu olmuş bir sendikacılıkla daha adil bir bölüşüme, emeğe daha fazla değer verilmesine, emeğin temsilcilerinin siyasette ağırlık kazanmasına imkân sağlanabilir mi?
En azından bu günün koşullarındaki güç dengesiyle pek olamayacağı ortada.
O halde “sermaye” buna ikna edilebilir mi?

Görünen o ki, eldekilere de ancak sözde kendisine baskı uygulanacak olan hükümetin neredeyse “kendi günlük hesaplarına denk geldiğinde” gösterdiği lütuflarıyla ulaşılabiliyor.

Gerçi mevzuatta, bir sendikanın toplu sözleşme yapma ehliyetine sahip olabilmesi için kendi iş kolunda en az yüzde 10 oranında kayıtlı üyesi olması gibi kolay kolay kabul edilemeyecek bir baraj engeli var ama, bu işler ne zaman bir gül bahçesinde dolaşırcasına olabilmiş ki?

Şimdiki tabloya göre Türkiye genelindeki sendikalaşma oranı sadece yüzde 8,5’tan ibaret.
Hatta bu konuya yakın kişiler aslında gerçek sayıların bundan da kötü olduğunu ifade ediyorlar.
Yani çalışan 100 işçiden 8,5’i sendikalı, 91,5’i “alakasız”.

İşte bu durumu mutlaka iyi bilen Çalışma Bakanı da, adeta “torpil” geçtiğini belirterek, mevzuattaki yüzde 10 barajı aranırken eldeki resmi rakamlar yerine SSK verileri uygulanırsa ortada toplu sözleşme yapacak sendika bile kalamayacağını hissettiriyor ve aslında uygulanması gereken mevzuatı dördüncü defa ertelediklerini ama bunu artık yapmayacaklarını söylüyor.
Yani, sizi ancak buraya kadar idare edebiliyorum demeye getiriyor.

Böyle bir durumda kim güçlü görünüyor?
Kim kime “o iş senin dediğin gibi olmaz, karşında ben de varım” diyebilecek, emek sermaye dengesinde ağırlığını koyabilecektir ki?

***
Yirmibirinci yüzyılın bu günlerinde emek piyasasındaki arz/talep dengesinin emeğin “aleyhine” dönmesiyle yani piyasada “” arayanlar artarken, “işçi” arayanın giderek azalması dolayısıyla maalesef sendikaların o eski etkinlikleri, emeğin toplu pazarlığını yapabilme güçleri kalmamıştır.
Yani karşıdaki adam “elimi sallasam ellisi” diyebiliyor.

Ama ideolojileri var ya” denecektir.
Doğrudur ama bu memlekette 10 milyon kişinin karnını doyurabilmek için birbirini ezerek sıra beklediği bir ortamdayız. Şöyle çıkıp falan işe 10 kişi alınacak deyin bakalım başınıza kaç yüz kişi toplanıyor “onu bırak beni al” diyerekten.
İşte bu koşullarda her nasılsa bir biçimde işini yakalamış olanların –tabii ki bir kaçı dışında- bu imkânlarını ideolojik mücadele uğruna kolayca riske etmeyecekleri, “Önce can, sonra canan” diyecekleri insanın doğası gereğidir.
Hatta öyle ki bu çalışanların, piyasanın sıkıntılı dönemlerinde işi tamamen kaybetmemek için ücretlerinin önemli ölçüde gerilemesine kolayca razı oldukları, sosyal haklarından vazgeçebildikleri ortadadır.

***
O zaman emeğin hakkının korunması konusundaki görev, sadece işçilerin değil; işsizlerin ve yoksulların da içinde bulunduğu daha geniş bir kitlenin haklarını korumak üzere örgütlenmiş sol siyasi partilere düşmektedir.
Bu açıdan sosyal demokrat partiler, “kusursuz fırtına”lı piyasa koşullarında tek başlarına etkili olamayacağı açık olan sendikalar için adeta sığınılacak bir “liman” olmaktadır.

Bunun doğal olarak da böyle olması gerekirken “hayatın içinde”  maalesef “sosyal demokrat parti” – “sendika” işbirlikleri her zaman beklendiği gibi yürümemekte, zaman zaman bir işçi sendikasının kalkıp bu çekişmelerde hükümet yanlısı tavır içine girdiği görülmektedir.

Bu küresel koşullarda işçinin sendikaya ancak yüzde 8,5 oranında itibar etmesi, bu işsizlik ortamında kendi canını kurtaracak işi bulduğunda bir başkasını düşünememesi belki onun “kişisel ruh hali”yle açıklanabilir ve bir ölçüde hoş da görülebilir ama, “kurumsal ruhları” yani tüzüklerinde yazılı olan amaçları kendilerini ya da yöneticilerini değil de tüm işçilerin kitlesel çıkarlarını sağlamak olan bazı sendikaların zaman zaman gütmeleri gereken temel politikalara ya da ideolojilere kayıtsız kalmaları elbette kolayca anlaşılamayacak bir durumdur..

Ölü üyelerle sayı tutturmaya çalışarak sendikalarını ayakta tutmaya gayret edenlerin sonra dönüp de iktidar yanında saf tutmaları insana “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” dedirtmez mi?
Sendikacılıkta sırf ayakta kalabilmek için ölülerden bile medet umanlar acaba neden solda daha geniş ve daha umutlu bir cephe açmış olan partilerden uzak durabilmekte hatta zaman zaman karşı tarafa hizmet etmektedirler?

Haydi o yüzde 8,5 içine girmeyen sendikasızları anladık ama her şeye rağmen sendikalı olmuş işçiler acaba neden kendi sendikalarını, daha doğrusu kendi yöneticilerini bu konuda gerektiği gibi sorgulamazlar?
Nazım Usta daha yıllar öncesinden pek de boşuna söylememiş galiba:
“……
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”