Şu yaz sıcağında istanbul’da olmak var ya…


Dışı seni, içi beni yakar derler ya…
Şu yaz sıcağında İstanbul’da olmak da İstanbulluları yakıp kavuruyor bu günlerde.
İstanbul’un içi “içindekileri” yakıyor;

Nem yüzde 90, hava 35 derece, trafik dur-kalk, duraklar hala insan seli, her yerde “telaşlı” bir müteahhitlik faaliyeti, yollar bakımda, toz-duman…
Dışı da “şimdi İstanbul’da olmak vardı anasını satayım”; bir koca kent, boğazın esintisi, festivaller, alışveriş, hele hele Beyoğlu’nun geceleri, Çamlıca’nın mehtabı falan … diyenleri.

Ne demeli bilmem ki?
Bir büyük şairimiz, Yahya Kemal Beyatlı (1884-1958)şehri muhtemelen en güzel göründüğü Çamlıca tepesinden seyredip şöyle diyor güzel İstanbul’umuz için:

“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
 Görmedim, gezmediğim sevmediğim hiçbir yer.
 Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!
 Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.”

*
Bir başka büyük şairimiz, “Üstad-ı Azam” olarak anılan Abdülhak Hamit Tarhan (1852 – 1937) ise bir zamanların (işgal altındaki İstanbul’unu) yine aynı tepeden bakarak bakın nasıl anlatıyor:

Hey Çamlıca mehtabı ne olmuş sana öyle?
Küskün duruyorsun.
Bir şey kuruyorsun.
Seyrinle iyan et bana, ilhâm ile söyle:  (Seni seyrederken ilhâm ver bana, açıkla)
Aksetmede âlâm-ı vatandan mı bu halet? (Bu halin vatanın elemlerinin yansıması mı?)

*
Bir örnek de günümüzün ünlü şairlerinden Ümit Yaşar Oğuzcan’dan verelim:

Evin içinde bir oda, odada İstanbul
Odanın içinde bir ayna, aynada İstanbul
Adam sigarasını yaktı, bir İstanbul dumanı
Kadın çantasını açtı, çantada İstanbul
Çocuk bir olta atmıştı denize, gördüm
Çekmeğe başladı, oltada İstanbul
Bu ne biçim su, bu nasıl şehir
Şişede İstanbul, masada İstanbul
Yürüsek yürüyor, dursak duruyor, şaşırdık
Bir yanda o, bir yanda ben, ortada İstanbul
İnsan bir kere sevmeye görsün, anladım
Nereye gidersen git, orada İstanbul.

*
Son bir İstanbul şiiri de Nuh Keniş’ten olsun:

Ben anlatmayayım be İstanbul seni
Sen kendin anlat
Galata Köprünü anlat
İrili ufaklı canlı kanlı balık tutanları
Karanlık köşelerinde büzülüp yatanları anlat
Öte yakanı beri yakanı
Yakasına kırmızı gül takanı
Tarihin koynunda yatanı anlat

Ben anlatmayayım be İstanbul seni
Sen kendin anlat
Eminönü'ndeki, Sirkeci'ndeki
Mahmutpaşa'ndaki, Kapalı Çarşı'ndaki
Mahşeri kalabalık ne yana gider, ne yana döner
Kimi biner trenlere, nereye gider
Kimi iner trenlerden dikilir kalır
Niye kalır be İstanbul
Sen anlat

Boğaz hattına, Adalar'a giden vapurlar
Kadıköy'e, Üsküdar’a giden vapurlar
Kaç yolcu taşır
Kaçı gençtir, kaçı ihtiyardır bunların
Kaçı sevdalı, kaçı bahtı karalı
Kaçı işli, kaçı işsiz, kaçı ayık, kaçı sarhoştur
Kaçı umutlarını yitirmiştir bir yerlerde
Kaçı umut yolculuğuna yeni çıkmaktadır

 Sen iyi bilirsin be İstanbul
 Sen anlat

*
Dediği doğru şairin.
İstanbul öyle “bir çırpıda” anlatılabilecek, “şıp” diye kavranabilecek gibi değil.
Bırakalım İstanbul kendini anlatsın.
-Gazeteler yazdı-
Artık Galata köprüsünden balık tutulmayacakmış.
İstanbul’u bir tek belediye başkanı idare edecekmiş.
İstanbul’un her yeri gören Çamlıca tepesine “her yerden görünen” cami yapılacakmış.
-Binlerce yıldır insanlar İstanbul’un güzelliğini seyretmek için başka nereye çıkar, ibadet etmek için nereye giderlerdi  acaba?-

Söyle Aziz İstanbul,
Konuş Çamlıca’nın mehtabı,
Aç ağzını Kapalıçarşı’daki mahşeri kalabalık,
Durakta otobüs bekleyen İstanbullum,

Şimdi sen söyle; ne diyorsun bu işlere?
Her şey bize anlatıldığı gibi mi?