Mustafa Kemal dönemi ve ne kapitalizm ne sosyalizm politikaları


Mustafa Kemal tavizsiz bir “anti-emperyalist”ti.
Bağımsız bir devlete ancak bu koşullarda sahip olunacağına inanırdı.
Meclis kürsüsüne çıkıp, bizi yutmak isteyen “kapitalizm”den, bizi mahvetmek isteyen emperyalizmden söz ettiğini bilmeyen yoktur.
Peki, kendi zamanına göre müthiş bir siyasi birikimi, öngörüsü ve olayları yönlendirme gücü olan Mustafa Kemal 1919 ve izleyen yıllarının Anadolu’sunda acaba bir sosyalist rejim kurmayı düşünebilir miydi diye sorulsa, ne dersiniz?

-Düşünemezdi.
-Neden?
Hayalci bir politikacı değil, gerçekçi bir devlet adamı olduğu için tabii.
Çünkü sosyalist model, bilindiği gibi “emek-sermaye çelişkisi”nden yola çıkar ve bu ikilemin var olduğu koşullarda emeğin iktidarını savunur.

-Ne demek “emek-sermaye çelişkisi”?
-Bir ülkedeki “sermayedar”ların, işlerinde çalıştırdıkları “emekçi”leri sömürüyor olması ve bu iki “sınıf”ın üretim sırasında yaratılan “artı değer”i paylaşma konusunda birbiri ile çatışma halinde olmalarıdır.
Sosyalistler işte böyle bir tabloda “iktidar”ın sermaye sınıfından alınıp işçi sınıfına geçirilmesi için mücadele ederler.

-Peki o günlerde Anadolu’da böyle çelişkili bir durum yok muydu?
-Ne gezer;
O günlerde ne sanayici vardı ne de işçisi; dolayısıyla ne de emek-sermaye çelişkisi.
Bırakalım işçiyi sömürüyor denebilecek sanayiciyi bir yana, o kadar ki; memlekette askerin bindiği atları nallayacak nalbant esnafı bile yoktu ve ilk iş olarak orduda “nalbant okulları” açılmasına ihtiyaç duyuldu.
Hükümet hemen hemen “sıfırdan” kuruluyordu.
Memleket yoksuldu, sanayi denebilecek hiç bir şey yoktu.
*
-Denebilir ki; ama Mustafa Kemal’in anti-emperyalizm, anti-kapitalizm gibi sol söylemleri vardı …
Bunlar bizi sosyalizme götüremez miydi?

-Sosyalizm, hem kapitalizme hem de onun daha ileri aşaması olan emperyalizme karşıdır şüphesiz ama yukarıda belirttiğimiz nedenlerle; her antikapitalist tavır, her antiemperyalist çıkış mutlaka sosyalizmi kurmak uğruna yapılan bir mücadele değildir.
Bunlar mücadeleyi sosyalizme götürmeye de yetmez.
Çünkü bu işin “taraftarları” bulunsa bile “şartları” yoktur.
*
Hatırlanacağı gibi; batı kapitalizmi o tarihlerde başta “kapitülasyon”lar yolu ile ülkeyi bir “açık pazar”a çevirmişti.
Osmanlı batılı ülkeler gibi sanayileşemediği için bu alanda bir şey üretemiyor, bu malları sadece tüketiyordu. Tarım, hayvancılık, madencilik gibi sınırlı dallardaki üretimi ve bunların dış satımından sağlanan geliri de bu tüketim harcamalarını karşılamaya yetmediği için günden güne daha fazla borca giriyordu.
Kendi sanayiini kuramayan, kendi burjuvazisini geliştiremeyen Osmanlı, günden güne daha çok borca battığı gibi siyaseten de batı kapitalizminin elinde oyuncak oluyordu.

Batılı kapitalistler bir süre sonra sömürünün bu kadarını da yeterli bulmamış olacaklar ki, ardından işin daha da ileri aşaması olan emperyalist saldırıya geçerek bu ülkeyi işgal ettiler ve Sevr Anlaşması ile kendi aralarında paylaşmaya kalktılar.

Kurtuluş savaşı işte bu ortamda ortaya çıkan ve Mustafa Kemal’in deyimiyle “bizi yutmak isteyen kapitalizm” ile “mahvetmek isteyen emperyalizm”e karşı Anadolu halkının destansı direnişidir.

Dikkat edilirse; burada yurt içi emek ve sermaye kesimleri arasında geçen bir kavga yoktur. Mücadele, ülkesini işgalden korumak isteyen “halk” ile ondan birer parça koparmak isteyen uluslararası kapitalizmin uzantısı “emperyalistler” arasında geçmektedir.

-Peki, kurtuluş savaşı kazanıldıktan sonra uygulanan devletçi politikalar da mı sosyalizmle ilgili değildi?
-Hayır değildi, zaten kurtuluş savaşından sonra dahi bir sosyalist politika uygulanamazdı.
O dönemde de yine siyasi rejimi “şekillendirebilecek” büyüklükte bir işçi sınıfı yoktu; çünkü güçlü bir işçi sınıfı yaratacak gelişmiş bir sanayi de yoktu ve yıllarca da olamayacaktı.
Bu nedenle Mustafa Kemal, bu “içinde işçi sınıfı olmayan” anlamındaki “sınıfsız toplum”u yani “halk”ı esas aldı ve o halkın iradesine dayanan “Cumhuriyet” rejimini kurdu.
*
“Cumhuriyet Hükümeti”nin ilk yıllarında elinde yatırımlarda kullanabileceği hiç bir sermayesi olmamasından dolayı ekonomik kalkınma için gereken sınai yatırımların yapılmasını “piyasa koşullarına” yani  özel sektöre bıraktı. Ancak bu uygulamanın işe yaramadığı ve ekonominin gerektirdiği yapılanmayı sağlayamayacağı anlaşılınca, zorunlu olarak “devletçi” uygulamalara geçildi.
Devletçi uygulama, tabii ki sosyalist ekonomilerin “üretim araçlarını sermayedarların elinden çekip almak”, “ona fırsat tanımamak” anlamında değil; aksine onların yapamadığı, onların gücünü aşan yatırımları devlet eliyle yapma olayıydı.

-Bu şekilde yapılan yatırımlar işçi sınıfını doğurmadı mı?
-Evet, az da olsa doğurdu.
Yalnız, buralarda çalışanlar sınırlı sayıda olsa da tabii ki işçilerdi ama onların işverenleri sosyalist terminolojideki kapitalist sermayedarlar değil doğrudan devletti; yani “kamu”ydu. Bir başka anlatımla yine içinde işçilerin de yer aldığı “halkın kendisi”ydi.
Dolayısıyla buradaki devletçiliği yaratan koşullar ile sosyalizmin devletçiliği birbirine hiç benzemeyen şeylerdir.
Bu nedenledir ki, Mustafa Kemal’in kendi döneminde uyguladığı ekonomi ve buna bağlı olarak yürütülen siyaseti “Pragmatist”tir.
Dediği gibi, “pek kimselerinkine benzemez”.
İçinde bulunulan şartların ürünüdür.
“Bize ve bizim ülkemizin koşullarına özgü”dür.
Belki bir ölçüde “Piyasacı”dır, kapitalisttir ama sanayiin en büyük yatırımcısı, en büyük işvereni devlettir.
“Halkçı”dır ama sosyalist değildir, çünkü işçi sınıfının değil içinde o işçi sınıfının da yer aldığı halkın iktidarına dayanır.

-Peki “sosyal demokrattır” diyebilir miyiz?
-Önce sosyalist bir uygulama olmadığını söyleyelim; çünkü işçi sınıfının iktidarına dayanmayan hiçbir rejim sosyalist değildir.
Dolayısıyla, adı bazen sosyalist olsa bile; bünyesinde belirli ölçülerde de olsa “piyasacılık”  bulundurmakta olan her ekonomik sistem, bu ölçü hangi oranda olursa olsun sonuçta “kapitalizm-sosyalizm kırması”dır.
Az sosyalizm olmaz, sosyalizmin “az”ı olsa olsa sosyal demokrasidir.

İşçi sınıfının iktidarda olmadığı, üretim araçlarının sadece devlet elinde bulunmadığı, iki temel rejim arasında belirli bir denge tutturmaya çalışan karma ya da kırma (melez) rejimlerin hepsi de sonuçta kendi ölçülerinde birer “sosyal demokrat”tır.

*
Mustafa Kemal dönemi ekonomisinin ve dolayısıyla siyasetinin, içinde bulunulan koşullar nedeniyle, istense bile  “sosyalist” olamayacağını söylemiştik.
Devletçi uygulamalarının yaygınlığı dolayısıyla tamamen kapitalist de olamadığına göre bu rejime sanırım -özellikle “halkçı” nitelikleri dolayısıyla- bu gün artık “sosyal demokrat” demek daha doğru olacak.

Başlangıçta Türkiye’nin kuruluşundaki şartlarının gerektirdiği, Mustafa Kemal’in de dediği gibi ne sosyalizme ve ne de kapitalizme benzemeyen bu uygulama belki de iki temel ekonomik “model” arasında “hiçbir şeye” benzemiyordu ve sadece bize özgüydü ama, gerçekçi olarak düşünüldüğünde o zamanlar “olması gereken” de buydu.
Her neyse, işin buraya kadarı tarih…

*

Gelelim bu günlere.
İşin enteresan tarafı; aradan yıllar geçip koşullar hayli değiştikten sonra şimdilerde bu günün dünyası tutturulması gereken yeni bir dengenin peşine düştü.

Günümüzün küresel ekonomisinde, artık o temel çelişki emek-sermaye arasında olmayı da aştı ve “halkın çıkarları” ile “küresel sermayenin çıkarları” arasındaki çelişkiye döndü.

Bir zamanların işçi sınıfını ezen “sermaye”si, şimdi “küresel sermaye” oldu.
Bir zamanların “ezilen sınıfı” şimdi sadece o işçi sınıfı değil; onunla birlikte işsizi, memuru, emeklisi, küçük esnafı, köylüsü ile birlikte bütün “halk”

Bu günün küreselleşmiş sermayesi artık sadece işçi sınıfını değil, içinde işçilerin de yer aldığı “altta kalanlar”ın tümünü yani “halk”ı eziyor ve çözümlenmesi gereken asıl mesele de “ille de işçi sınıfının iktidarı” değil, bütün bu halk ile küresel sermaye arasında yaşanan yeni çıkar çatışmasında “halkın ezilmesinin, istismarının önlenmesi”.

Şimdi bu işlerdeki doğal müttefik sosyalistlerin de katılımıyla gerçekten sonuç almaya yönelik bir şeyler yapılabilecekse, kitlelerin dilindeki tek slogan “halkçılık” olmalı;
Bir zamanlar Mustafa Kemal’in yaptığı gibi doğrudan “halk”a dayanılarak şimdi “bizi yutmak isteyen kapitalizmin” “bizi mahvetmek isteyen emperyalizmin” yani kazanca doymaz, sınır tanımaz küresel sermayenin yarattığı dengesizliklere karşı mücadele verilmeli.

Aksi takdirde önümüzdeki asıl olayı; yani soframızdaki ekmeğin günden güne nasıl da azaldığını, sadece işçi sınıfının değil bütün bir halkın istismar edilip adeta insanca yaşama haklarının hiçe sayıldığını gözden kaçırmış, bu konularda kendimizi gereğinden çok işin “felsefe”sine ve “nostalji”sine kaptırmış olabiliriz.