Halkın tercihi ve siyasi vekâlet üzerine düşünceler


Düşünelim bakalım demokrasilerde “siyasetçi” kimdir?
Bu işi meslek edinmiş adam mı?
Bu işleri en iyi kıvıran adam mı?
Kendi doğrularını topluma kabul ettiren adam mı?
Yoksa herkesin “bize doğru yolu göster” diye ağzının içine baktığı adam mıdır?

Sanırım yukarıdaki sorulardan her biri için bir şeyler söylemek mümkün ama “siyaset”i şimdi ele alacağımız konu açısından tanımlamak gerekirse; “Toplumu, toplum için ve toplum adına yönetme sanatı”dır da diyebiliriz.
Hele demokrasi ile idare edildiği ileri sürülen, “bizde sadece halkın dediği olur” denen ülkeler için düşünüldüğünde…

Gerçekten de, günümüzde toplumun yönetilmesi sırasında yapılması gereken işler hiçbir zaman “doğrudan” ya da “hep birlikte” yürütülemeyeceğine göre, işlerin görülebilmesi için toplumun yani “millet”in, kendine “siyasetçi” denen birilerini “vekil” tayin etmesi, işleri onlar eliyle gördürmesi gerekmiştir.

Türkiye’de halkın 1920’lerden itibaren Meclis’e gönderdiği temsilcilerine milletvekili; toplumun askerlikten imara, ekonomiden adalete kadar çok çeşitlilik gösteren işlerini gören yani icra eden vekiller kuruluna da “hey’et-i vekile” yani “vekiller heyeti” denmiştir.
Heyetin başına da “başvekil”...

1961 Anayasası kabul edilene kadar böyle tanımlanan, günümüzdeki karşılığı “bakan” olan vekillik” ile “başbakan” olan “başvekil”liğin siyasi anlamı budur.
*
Bizim eski dilimizde “başvekil” olarak kullanılan bu kelime, -kastettiğimiz anlamda-yapılan işin bir ölçüde  “topluma vekâlet” olduğunu da tanımlardı.

Şimdi bu görevleri üstlenen siyasetçilere “bakan” ve “başbakan” denmekle belki daha Türkçe bir dil kullanılıyor ama şurası açıktır ki; bu tanım, verilen görevin aslında “topluma vekaleten iş görme” olduğu anlamını veremediği gibi sanki “bu işe sen bildiğin gibi bak, bu işin başı sensin” der gibi bir farklı anlam da veriyor.

Bir işe “bakan” ile “vekâlet eden” aynı işi yapıyor değil elbet.
Biri toplumda bu işlere bakıyor iken diğeri topluma vekâlet ediyor.
Bize göre bu algı günümüzde tamamen “vekalet”ten “bakan”a dönmüş, daha doğrusu döndürülmüş durumda. Oysa demokrasilerde siyasetçinin hiçbir zaman toplumdan -kopması demeyelim ama- kendi başına buyruk hareket etmesi düşünülemez

Ne dersiniz? Siyasetçi içinden çıktığı toplumu oluşturan bizlere vekalet edip istediğimizi mi yapsın yoksa arkasında hissettiği herhangi bir siyasi desteğe sırtını dayayarak bizi bırakıp kendisini “bu işlerin başı” olarak mı görsün?

*
Ülkenin bazı temel ve hayati konularındaki siyasetin, “toplumsal işlere bakmak” değil de bu işlerin toplum adına görülmesinde “vekillik etmek” olduğunu kabul edersek, acaba bu durumda toplumun siyasetçiden en önemli beklentileri neler olabilir?

Çalışkanlık, üretkenlik, dürüstlük, temsil kabiliyeti, yeniliğe açıklık falan… denecektir kuşkusuz.
Hepsine evet de; bunlardan en önemlisi o “vekil”in toplumdan aldığı “vekâlete”
uygun davranması, yani bütün bu vasıflarından önce kendisini vekil tayin eden halkın çıkar ve öngörülerine uygun biçimde vekalette bulunması yani sürekli halkın sesine kulak vermesi gerekmez mi?

*
Gerek iç ve gerekse dış siyasette bu günlerde yaşananlar, bu vekâletin “müvekkil” yani halkın tercihleri yerine “başka birilerinin” tercihlerine uygun olarak yürütüldüğü endişesini yaratmaktadır.
Örneğin halk barış istemekte, hele hele başkası için yapılacak bir savaştan ciddi endişe duymaktadır.
Halk, birilerinin değil, kendi içindeki geniş katmanlarının ekonomisinin düzeltilmesini beklemektedir.
Halk, demokrasinin komşu ülkelerde değil kendi ülkesinde işlemesini istemektedir.
Halk, birinin her an aklına gelebilecek çılgınlığı değil, kendisine sunulmuş olanın yapılmasını beklemektedir.

“Bakan”lar birer insan olarak her zaman değişik bakış açılarına sahip olabilir.
Çünkü her insanoğlunun kafa yapısı da egosu da birbirinden farklıdır.
Ama şimdiki adı “bakan” da olsa “başbakan” da olsa bizim “vekillerimiz” müvekkiline, yani kendini vekil eden bizlere karşı bu vekâletin gereğini yerine getirmek zorunda değiller midir?
Hele kitlelerin ne düşündüğünü, ne istediğini, neye karşı olduğunu basit anketler yoluyla bu kadar kolay öğrenebildiğimiz bir çağda.

Siyasetçi her gün kırk çeşit olayla karşılaşıp tavır almak zorundadır.
Halk örneğin bunlardan yirmisinde farklı düşünüyor ve belki de bazı konularda sadece  ikazda bulunmak istiyorsa; ondan beş yıldan beş yıla ve bir tek seferde bütün icraatın içinden doğrusunu eğrisini ayırt etme şansı vermeden, toptan; “ya evet” “ya da hayır” demesini istemek acaba ne kadar ince bir demokrasi uygulaması olabilir?