Borç bini aştıktan sonra her gün baklava börek mi?


Eski “Binlik”leri bilir misiniz?
Bizde ilk 1000 liralık kâğıt para Arap harfleriyle bastırılıp 1927 Aralığında dolaşıma çıkarılmış.
1928 Yılında harf devrimi yapılmış ve Latin harflerine geçilmiş.
1931 Ekiminde Merkez Bankası kurulmuş,
1937 yılında da artık yeni harflerle basılmaya başlanmış binlikler..
Bu paraların en ünlüsü 1953 yılına kadar dolaşımda kalan “Mor binlik”lerdir.
Orta halli memur maaşının 100 lira dolayında olduğu 1937 yılı değerlerine göre bu öyle büyük bir para ki; halk arasında yüzünü göreni bile çok az.
Belki ondan dolayıdır ki; hem efsane, hem “borç” tanımında bir “eşik” olmuş.
“Borç bini aştıktan sonra istersen her gün baklava ye” sözü belki de buradan çıkmıştır.
*
Türkiye’nin dış borcu 350 Milyar dolar.
Ekonomimiz verdiği dış ticaret açığı dolayısıyla yılda 100 milyar dolar içeri giriyor.
İhracattan gelen dövizin üzerine 100 milyar daha koymadan ithalatının bedelini ödeyemiyor.
Halkın tüketici ve kredi kartı borcu 280 milyar lira…
Böl genç-ihtiyar, çoluk-çocuk 75 milyona, adam başı borç 3.733 lira.
Beş kişilik ailede 18.665,-

Geçtiğimiz günlerde resmen açıklandı:
Bizim belediyelerin sadece hazineye olan borçları –vergi ve sigortadan kaynaklananlar hariç- 20 milyar 500 milyon lira.
Bu arada uzlaşmalar, tasfiyeler, Ankara Anakent ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin başlayıp da işin ortasında havlu attığı için Hükümetçe üstlenilen milyar dolarlık metro, yol projelerinin borçları hariç tabii.

Zaman içinde para değeri o kadar değişti ki, o “mor binlikler” döneminin “Borç bini aştıktan sonra istersen her gün baklava ye” sözündeki ölçülerin bu gün ne kadar aşıldığını, dolayısıyla artık milletçe “Nasıl olsa bu borç ödenmez, gittiği yere kadar gitsin” deyip her gün baklava yiyebilmek için bir engelimizin kalıp kalmadığını kestirmek pek kolay olmuyor.

Şu yerel seçimlerin yaklaştığı günlerde belediyelerin borçlarını ele alalım mesela.
Belediyelerin neredeyse tümü borca batık durumda.
“Değildir, bak her gün istedikleri kadar baklava yiyebiliyorlar” diyenler belediyelerin kapısındaki alacaklı kuyruklarına bir göz atsınlar ve bu durumun borçların bini aşmışlığından kaynaklanıp kaynaklanmadığına da iyi dikkat etsinler.

Söyler misiniz acaba bu iş ne tarafa doğru gidiyor?
Denilecektir ki “Efendim, hazır parayla herkes belediyecilik yapar; biz olmayan parayla bir şeyler yapmaya çalışıyoruz ve tabii ki verilen hizmetle birlikte borçlarımız da artıyor”
O zaman biz de sorarız:
“Peki sizin gelirleriniz giderlerinizi karşılamaya yetmediğine göre bu “hizmet”  değirmenin bitip tükenmeyen suları nereden geliyor acaba?”
“Nasıl olsa geri ödemeyeceğiz” deyip nereden ve nasıl, hatta neye rağmen bulunursa bulunsun ele geçen tüm parayı birilerinin hayal gücüne ve “verdim gitti” tercihlerine göre harcamanın kamu yönetiminde bir mantığı var mıdır?

*
Devlet yönetiminde hükümete “Bütçe”  ile bir harcama sınırı getirildiği gibi, Belediye Kanunu da, belediyelerin ayaklarını yorganlarına göre uzatmalarını sağlamak üzere borçlanmalarına sınır getirmiştir.
Kural olarak, “düz belediyeler” ancak bir yıllık gelirleri kadar borçlanabilir, büyükşehir belediyelerinde bu sınır yüzde elli fazlasıdır.
Bunun anlamı, bir belediyenin ancak bir yıllık geliri kadar borçlanabileceğidir.
Peki uygulamada durum öyle mi?
Hayır, belediyeler uygulamada bu sınırları bir biçimde aşarlar. Zaten aşamasalardı bu sürekli borçlulukları bir gün hizmeti durdurur,  hesapsız harcayanlar “benden bu kadar, maalesef deniz bitti” deyip iktidarı karşı partiye teslim etmek zorunda kalırlardı.

Bu durumda ortadaki manzara şudur:
Belediyeler sürekli kaynak sıkıntısı çeker ama bir türlü de, tacirler ya da kredi kartı kullanan yurttaşlar gibi batmazlar.
İyi de neden hem sürekli kaynak sıkıntısı çekilir, hem her seferinde “bir biçimde” harcayacak  kaynak bulunur?
*
Türkiye, tasarruf eğiliminin sürekli aşağıya düştüğü yani “harcayan” bir ülkedir.
Yurt içi tasarrufları kendisine yetmediği için aradaki “ülke ölçüsündeki açığını” yabancılardan borç alarak, kendi işletmelerini, pazarını yabancılara devrederek kapatmaya çalışır.
Yurt içi tasarrufların bu kadar düşük olması karşısında tedbir olarak ya ekonomisinin daha üretken, daha kazançlı hale getirilmesi ya da hesapsız harcamalarının kısılması lazımdır değil mi?

Bunu iki aşamada yapabilirsiniz:
Biri merkezi yönetimde yani Hükümetçe,
İkincisi “yerinden yönetim”ler olarak.
Haydi, hükümet olarak akıllıca ekonomi politikaları izleyip üretimi, üretimin katma değerini artırdınız; devlet dairelerinde de tasarruf tedbirleri deyip telli dosya getirmeyen vatandaşın dilekçesini işleme koymadınız, okulların tebeşir parasını öğrenci velilerine yıktınız falan…
Peki Hükümetten bir ölçüde de olsa bağımsız olan belediyelerin savurganlıklarını nasıl önleyeceksiniz?
*
Türkiye’de kamunun parasının en hoyratça kullanıldığı, harcamaların en fazla istismar edildiği, alan belediyelerdir.
Siyasetçilerin hepsi iyi bilir; siyasetin finansman kaynağı da oy kaynağı da belediyelerdir.
Dolayısıyla belediyeler siyasi icraatı finanse etmekten halkı “bir şekilde hoş tutmaya” kadar ne yaparlarsa yapsınlar maalesef “bize yarıyor” düşüncesiyle haklı görülürler.

Siyasete soyunan aday, ya üzerinde çok düşünmediği ya da iktidardakinden sağlıklı bir bilgi alamadığı için mali durumunu bilemediği, hatta ne çok borca batırılmış olduğunu kendisinin ileri sürdüğü belediyeye “hele bir geldiğinde” hizmet aşkıyla neleri yapacağını  “hayal ettiğini” öyle anlatır ki, buna can dayanmaz.

İktidardaki siyasetçi, “hizmete bir dönem daha devam edebilmek aşkıyla” ondan aşağı mı kalacak; “Sanki mevcut batağın yaratıcısı kendisi değilmiş gibi;  “Bu güne kadar yaptıklarım, ileride yapacaklarımın teminatıdır” der, çıtasını daha da yükseltir.
Peki bu her aday siyasetçinin kendi hayal gücüne göre geliştirdiği projelerin o beldenin, o ülkenin halkına maliyeti nasıl denetlenecek, buradaki israf ve arkasından gelen mali çöküş nasıl önlenecektir?

*
Bu konuda çok mu karamsarız?
O zaman kendinize şu soruyu sorun:
Seçim zamanı mahallenizin kaldırımları sökülüp yeniden yapılıyor, elektrik direkleriniz değişiyor, hatta “başkanın kıyağı olarak” meydanlarda konserler verilip debdebeli sofralar kuruluyorken varsayalım ki; “Eh bunlar siyasetçidir yaparlar” dediniz.
Ama sadece mahallenizdeki kaldırımlar yenilenirken sizden “katılım payı” istendiğinde bile bu “kaldırım” işinin “kendi cebinizden yapılmış bir siyasi yatırım” olduğunu söyleyip rahatsız olmaz mısınız?

Bu işin sadece küçük bir örneği.
Hani çuvaldızı devlete, millete batırırlarken size iğnenin ucunun değdirilmesi gibi.
Bir de “hayali geniş” siyasetçilerin geneldeki çılgın sarflarını düşünün.
Sizce bunların “katılım payları” onların kendi cebinden mi çıkmaktadır yoksa bu gün sizden yarın çocuklarınızın ceplerinden mi çıkacak?

O Memleket ölçüsündeki  “katılım payları” Bizden alınmasın, hayal edilen her şey borçla yapılsın, bedelini de yeni nesil ödesin derseniz –ki kimse ses çıkarmadığında durum hesaben aynen odur- bir soru daha soralım;
Böyle bir olayda, çocuğunuza miras olarak bırakacağınız bir evin, bir arsa ya da bir arabanın aslında ona kalamayacağını, sizin zamanınızdan devredilen borçları karşılamak üzere bir şekilde ondan geri alınacağını, memleket ölçüsünde düşündüğünüzde sizin devrettiğiniz servetin yine devrettiğiniz borca kapatılacağını hiç aklınıza getirmiyor musunuz?

Sonuç:
Yayınlanan dış ticaret açığı istatistiklerinden de anlaşılacağı üzere: ekonomisi;  yılda 100 milyar dolar, daha kolay anlaşılsın diye söyleyelim; her Allah’ın günü yarım milyar TL ya da eski parayla 500 trilyon kan kaybeden bir ülkede, kamu kaynaklarındaki en büyük israf, “popüler siyaset”in en fazla görüldüğü, “siyasetin finanse edildiği” belediyeler eliyle yapılmaktadır.
Buna belki belediyecilerin kendilerinin yapacağı pek bir şey yoktur, israf etmeyeni de zaten halk bilir ama “bu ülkeyi idare edenlerin” ve “etmeye niyetlenenlerin” özellikle bu kan kaybına dur demeleri,  önümüzdeki yerel seçimlerdeki her türlü tasarruflarında bu durumu göz önünde bulundurmaları, eylem ve söylemlerinde bu tür siyasetin nelere mal olduğunu dile getirmeleri gerekmez mi?
Tabii halkımızın da “bu iş böyle giderse” işin
sonunun nereye varacağını düşünmesi gerektiğini ekleyelim sözün sonuna.