İktidara gelmenin dayanılmaz maliyetine
hangi can dayanır?


Sanatta ya da herhangi bir işte “zirve”ye gelmişlerden şu sözleri duymuş olmalısınızdır: “Zirvede kalabilmek, zirveye çıkabilmekten daha zordur” derler.
Siyasette de böyle…
Hayat bu.
Sürprizlerle dolu; rüzgâr arkadan eser, rakibin ayağı tökezlenir falan filan…
Ve tabii ki kendi güç ve gayretiniz de bunlarla birleşince, belki de başkaları için hayal olup uzun uğraşlar gerektiren şeyler, sizin için çok kısa bir zamanda gerçek olur ve kendinizi “bir anda” siyasetin zirvelerinde buluverebilirsiniz.
Buraya kadar güzel ve her kula nasip olmayacak bir şeydir de; asıl güçlük işte o zaman başlar.
Çünkü başta da söylediğimiz gibi; orada tutunmak çoğu zaman tırmanmaktan daha da zor bir şeydir.
Tutundunuz tutundunuz.
Tutunamazsanız herkesten daha yükseklerden düşersiniz aşağılara.
Zaten bu nedenledir ki kimileri neme gerek deyip “erken jübile” yapmayı bile tercih ederler.
Ya da düşerken “zaten inecektim” der Nasrettin Hoca’nın eşeğinden düştüğü zaman söylediği gibi ama herkes ne olduğunu çok iyi anlar da arkasından anlatır da.
Kimileri de sırf oralarda bir süre daha tutunabilmek için birilerine bu toplumun kesesinden, bu toplumun geleceğinden taviz üzerine taviz verir; kendisi zorlandıkça toplumu zorlar.
*
Özellikle siyasette “zirve” cazibelidir.
Hatta bütün bir toplumun beklentilerinin odağına oturduğunuz için “kutsal”dır da.
İnsanlar sizi aslında iktidar imkanlarının değil, “beklentilerinin” zirvesine oturtmuşlardır çünkü
Ve mutlaka kendileri için bir şeyler yapmanızı beklerler sizden.
Örneğin hayat pahalılığı,
Örneğin işsizlik,
Örneğin çocukları için gelecek,
Örneğin trafik ve çevre sorunları,
Örneğin adalet, huzur, düzen.
Hatta çok vaad etmiş de beklentiye sokmuşsanız o sözünü ettiğiniz “refah” artışını da.
*
İşin enteresan tarafı, o insanların sıkıntıları ne kadar çok birikmiş, çetrefilleşmişse; bunların etkisiyle sizin “tırmanma”nız o kadar kolaylaşır da, bütün bunların yükünü işte tam o “zirve”ye oturduğunuz zaman sırtınızda hissedersiniz.
Siz “çıkarken” rakiplerinizi alaşağı eden unsurlar bu sefer sizin omuzlarınıza binen sorumluluklarınızdır.

Siyasette istense de istenmese de her çöküntü birilerini götürürken onun yerine mutlaka birilerini getirecektir.
Asıl başarı “gelmek” değil; geldikten sonra “geçici”liğe düşmeden orada kalabilmek, bu toplumun beklentilerini karşılayabilmektir.

*

Siyasette iktidarlar belki çoğu zaman tek bir isimle simgelenir ama gerçekte “takım” işidir.
Gelirken o kadar olmasa da orada tutunabilmek ve toplumun beklentilerini karşılayabilmek, ancak o iktidar olmayı sağlayan kötü gidişi tersine çevirebilecek bir “takım”la olur.
Bilirsiniz; konserlerde gözler daha çok solist ve orkestra şefinin üzerindedir ama geride hepsi de birbiriyle uyumlu müthiş bir ekip; kemancı, arpçı, kontrbasçı, zilci, davulcu, trompetçi, flütçü, piyanist ve daha niceleri vardır.
Eser birlikte “icra” edilir.
Toplama ekiple konsere çıkarsanız o senfoni bambaşka bir şey olur.
*

Cosmos” futbol takımını hatırlar mısınız ya da duymuşluğunuz var mı?
Cosmos, kadrosunda Pele’nin, Beckenbauer’ın, Carlos Alberto’nun bulunduğu bir efsane “takım”dır.
Atlantic Records'un sahibi Türk iş adamları Ahmet ve Nasuhi Ertegün, Warner Brothers'ın sahibi Steve Ross'u da aralarına alırlar ve Amerikalılara futbolu sevdirme gibi bir misyon üstlenerek 1970 yılında milyon dolarları bastırırlar ve dünyanın o tarihteki en ünlü futbolcularını transfer ederek tam adıyla “New York Cosmos”u kurarlar.
Cosmos kuruluşunun ikinci yılında şampiyon olur.
Beş yıl sonra bir daha… ama seyirci Cosmos’u tutmaz.
Para babalarının kurduğu, bastırıp başka kulüplerin en iyilerini bünyesine kattığı ve hatta bu transferler için araya; o tarihlerde ABD Başkanı’nın güvenlik danışmanı, daha sonraki yıllardaysa ünlü bir dışişleri bakanı olan Henry Kissenger’in girdiği bu “takım” bir türlü dikiş tutturamaz.
Günden güne zayıflayan kulüp giderek bir “tabela”ya dönüşür ve 1985 yılında kendini feshetmek zorunda kalır.
Çünkü; “siyaset” “para” ve “başka takımların ünlüleri”nin bir araya getirilmesi takım olmaya ve daha ikinci yılda ulaşılan o zirvede kalmaya yetmemiştir.

*
Futbolu 11 kişiyle oynarsınız.
Ama siyaset bundan kat kat fazla oyuncunun uyumlu birlikteliğini gerektirir.
Dolayısıyla bu geniş kadrolu “takım”ın uyumunu sağlamak için “ideoloji” ya da en hafifinden söyleyelim; “siyasi çizgi” diyebileceğimiz bir ortak yön gerekir mutlaka.
Sonrasında da hazırlık.
Yani plan, proje, program.
Nasıl ki maça birkaç gün kala topladığınız takımla iyi bir oyun çıkaramazsanız, takıma denk düştükçe kattıklarınızla da o performansı yakalayamazsınız.

*

Türkiye şu günlerde çok ciddi sıkıntılar içerisindedir.
Derde deva bir model ve keskin siyasi bir tavır olmadıkça ekonomide ve siyasette giderek bir kör kuyuya, bir bataklığa doğru yuvarlanmaktadır.
Bu koşullar “zirve”nin el değiştirmesi için neredeyse kendiliğinden bir yeni iktidar “sath-ı mail”i yani eğik düzlemi yaratmış olsa da; bu yuvarlanışı önleyemeyen hiçbir kişi ya da “takım”ın o zirvelerde tutunabilme şansı olamaz.
Hatta bir de beklentilere karşılık verememenin “tepki faturası”nı ödemek zorunda kalır.

İktidarın yanlışları, kendisinin yerine oynamayı kolaylaştırmış ancak bir o kadar da bu oyunu kazanmanın maliyetini yükseltmiştir.
Piyasacı düzenin o ünlü reçetesi : “Olmazsa arkadan geleceğe üç zarf bırakmak” belki bir ölçüde “takım”ı kurtarır ama Türkiye’yi bir kademe daha zora sokar; ümitleri de… ve eğer hala kalmış olacaksa bir tutam idealist insanın hevesini de yok eder..

Türkiye’nin şimdiki ihtiyacı sadece yeni bir iktidar “takım”ı değil; bu bozuk düzenin “külliyen” değişmesidir.
Üretimi, istihdamı, ihracatı, hukuku, kent düzeni, dış ilişkileri, devlet anlayışı, çevreciliği, iç ve dış güvenliği, insan hakları ve siyaset anlayışı…
Bir birleriyle bağlantıları dolayısıyla “topyekun” değişmezse…
Ha Veli olmuş, ha Ali;
Bir bakıma onun adı da “iktidar değişikliği”dir ama Türkiye’nin asıl değişiklik ihtiyacı, her siyasetçininkiyle örtüşmez.
Türkiye’nin ihtiyacı “Her şeyi ile bozuk olan bu düzen”in değişmesidir.
Değiştirilemezse bu işin maliyetine can dayanmaz.