Siyasetin ne kadarı memlekete hizmet işi,
ne kadarı birilerinin mesleği?


Geçtiğimiz günlerde “siyaset”i yoğun biçiminde yaşadık ya...
Şimdi koyalım şapkamızı önümüze ve düşünelim;
Peki bu işte biz neleri idrak ettik yani algıladık?
Örneğin toplumculuğun kimlerin dilinde pelesenk olduğunu mu, demokrasi ve sandığın kutsallığını, seçmenin ne kadar seçici olduğunu, eş-dost kayırmalarını, babadan oğula intikalleri, kimin kiminle kanka olduğunu, kimin kimi nasıl kullandığını, seçimin neyi seçmeye yaradığını, kimi siyasetçinin ferasetini, kaynağı kendinden menkul zihni sinir projelerini, eteklerdeki taşları, kasetlerin siyasetteki rolünü, aday olabilmenin tarifelerini, sponsor desteklerini, düşmanımın düşmanı benim dostumdur tavırlarını, yüzsüzlükte yeni rekorların sahiplerini falan mı mesela?

Hani ”insanlar balık hafızalıdır, çabuk unutur” ya da eskilerin diliyle “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” falan denir ya; biz de o nedenle bu konuda bir iki noktayı sıcağı sıcağına yazıya dökelim de hemen uçup gitmesin, belki bazıları bir sonraki seçime kadar hatırlarda kalır dedik.
*
Hemen herkesin iyi tanıdığı ama ismini vermemin doğru olmayacağını düşündüğüm bir dostum, bir süre önce siyasete bayağı “damar”dan girmiş, hızla yol almış ama kısa bir süre sonra küfrederek çıkmıştı.
O, siyaset için tamamen ”şov dünyası” diyordu.
İktidar partisinden bir başka dostun söyledikleri de aynı kapıya çıkıyordu ama onunki “tavsiye” yönündeydi: “Bak, siyasette olumlu bir şey yaptığın zaman aynen yumurtladığında çılgınca gıdaklayıp ortalığı velveleye veren tavuklar gibi olacaksın”.
Yani bu işin pazarlamasına önem vereceksin diyordu. Ona göre de siyasette başarılı olmak için sadece olumlu bir şeyler yapmak yeterli değildi. Ufacık bir şey bile dünya âleme göstere göstere “pazarlanmalıydı”.
Her iki dostun ortak fikri şu: siyaset biraz “gösteri” ile yürüyordu.
*
Gelelim işin bir başka yönüne: Sizce “meslek “ nedir?
Şu seçme sınavlarının sizi sizin yerinize yönlendirdiği her hangi bir eğitim alanı mı? Yoksa o işi hem bilerek hem yaparak geçiminizi sağladığınız, para kazanabildiğiniz bir “iş kolu” mu?
Birincisi biraz kâğıt üzerinde kaldığı için; ben daha çok ikincisini anlarım.

Siyasetçilerin mesleğini ya da siyaset olmadığı zamanlarda, örneğin siyaset öncesinde ya da sonrasında ne yaptıklarını hiç merak eder misiniz?
Hatta doğrudan sorayım: Türkiye’de yani bizim memleket usulü siyasette “siyasetçiliğin” de “geçim kaynağı” anlamında bir meslek olduğunun farkında mısınız?
Üstelik sınavla girmek, mektebinde okumak gibi bir zorunluluğu olmayan, bilgi ya da ihtisas gerektirmeyen bir meslek.

Demokrasinin hayli gelişmiş olduğu kuzey Avrupa ülkelerinde siyaset işi hiçbir biçimde birilerinin mesleği haline getirilmemiştir; başaramayan tek mazeret üretmeden çekip gider, yerine yenileri gelir.
Bizim siyasetçilerin pek çoğunun ise asıl mesleği gerçekten de ”siyaset”tir.
Siyasete birileri işsiz, güçsüz ve mesleksiz girerler, tutunurlarsa ömür boyunca siyaset yaparak geçinirler. İşte o arada da, siyaset sayesinde elde ettikleri bir mesleğe, daha doğrusu “işe” kavuşarak kenara çekilirler.
Yani bizde “siyaset çoğu adamı meslek sahibi eder”; “meslek sahibini siyasetçi değil”.
Örneğin petrolcülük, örneğin müteahhitlik, örneğin gemicilik gibi.
Bundan dolayı da bizim türde siyasetçilikte “istifa” türü bir vazgeçme alışkanlığı olmadığı gibi beceremeyeni de “sen bu işi beceremedin” diye vazgeçirip iktidardan indirmek de yoktur, yeter ki karşılıklı hesaplar değişmesin.
*
Çoğu kimse adını yeni duyduğu siyasetçiyi merak eder:
Bu arkadaşın işi nedir, hayata nereden başlamış, ne yapmış, nerede hangi işten kazanmış?
Sponsorları yani arkasındaki “kendisine yatırımcıları” bilinmiyorsa, birinin emanetçiliği söz konusu değilse “hangi iş” sorusunun cevabı da ya yoktur ya da bu konularda muhtelif tevatür vardır: Efendim ihracatlar yapmış, yok babasının çiftliğini idare etmiş falan filan…
Çoğu zaman öyle bir şey de yoktur; bu arkadaş şu ya da bu biçimde siyaset “mesleğine” atılmış ya da sokulmuştur.
*
Siyasette, mesleği sadece bu iş olan ile bir gerçek meslek, bir iş güç sahibinin yan yana olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Ya da bu ortamda mesleği siyaset olmayanlar siyaset yapabilirler mi?
Olamazlar, yapamazlar.
Olamadığı için bizde bu siyaset işleri pek de iyiye gitmez. Yani siyaset profesyonellerinin arasına “başka”ları giremez.
Siyaset erbabı bu meslekten olmayan “diğer”inden hazetmez.
Siyasi rekabet yani örgüt içi yarış da her zaman olmasa bile çoğu zaman “bu işin” profesyonelleri arasında geçer ve tabii ki o rekabetin kazananı da sadece o profesyonellerden biridir, layık olanı değil.
Ekonomideki “kötü para iyi parayı kovar” kuralında olduğu gibi; mesleği sadece siyaset olanlar sadece bu işin yani siyasetin esnafıdır. Kaybetmemeleri gerekir, bu nedenle yaşam alanını kimseye bırakmak istemezler. Oraya başkaları girmemelidir.
Her şartta siyasete yapışır.
Çünkü bu “iş”te kaybederse yapacağı başka bir işi yoktur.
“Bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz, size ne” lafı bizde ünlü bir siyasetçinin, Vali Tandoğan’ın lafıdır ve geçerliliği dolayısıyla hala unutulamamıştır. Bu düzende lazım geleni onlar yaparlar, bunun için de her türlüsüyle ve her koşulda “düzen”e daha kolay uyarlar ve de bu durum giderek bu ülke siyasetinin daha çok “siyaset esnaflığı”, siyasetçisinin “siyaset esnafı”, yapılan siyasetinin de halka karşı daha çok gösteri sanatı haline gelmesine yol açar.

O sanatı becerenler giderek “usta”laşır, sonra o büyüttükleri ”dükkan”ı başkalarına kaptırmamak için kendi evlatlarını, oğullarını, kızlarını yetiştirmeye, usul usul da onlara devretmeye başlarlar.
İşin enteresan tarafı bu devirler adeta bir taksi plakasının meşruluğu gibi de kabul görür.
Olaya daha yukarılardan bakacak olursak, buralardaki düzen dışarılardaki düzenlerin ilgisine de mazhar olur. Çünkü “global” düzen buralara ulaşırken işlerin başında hep kendine karşı çıkmayacak, “esnaf” siyasetçiler olsun, “win-win”, yani kazanalım-kazandıralım ister.
Ancak dünya dönüp dururken karşılaşılan gerçekler bazen birilerinin birilerine karşı çıkmasını gerektirir. Yanlışı söylemeyi, eleştirmeyi gerektirir.
Gösteri siyasetinde buna asla izin verilmez; bizi eleştirme; yapacaksan “olumlu eleştiri yap” denir. Oysa “eleştiri” denen şey anlamı gereği olumsuzluğu dile getirmektir, yanlışı göre göre iyi olmuş ama daha da iyi olabilir ya da “olacak o kadar” yalakalığı değildir.
Bizde “dost acı söyler” sözü tam da bunun için söylenmiştir. Düşünsenize; karşınızdakine olumsuz gerçeği söylemek mi dostçadır, yüze gülüp, yanlışı saklayıp sürdürmesine ortak olmak mı?
*
Peki, siyaset piramidinin tepelerinde oturan birileri durumu fark edip bu düzene karşı çıkabilirler mi?
Çıkamazlar, çünkü yerden göğe yani tabanından tavanına böylesine oluşmuş sistemin başındakinin kolay kolay kendine hayat veren bu düzeni yıkması yani “tepmesi” mümkün değildir.
Hani “yerden göğe küp dizseler, en alttakini çekseler; seyreyle sen gümbürtüyü” denir ya.
İşte onun için kolay olamaz. Çünkü en alttaki küp çekilince en üstteki küp de gümbürder.

Bakın biraz da hoşluk olsun diye şu anlatacağım “Papa ile yardımcısı” fıkrasına göre bu iş ne zaman ve hangi koşullarda olur, gerçek ne zaman söylenebilir bir düşünün:

Yardımcısı, Papa’nın hizmetinde bulunduğu uzun yıllar boyunca her sabah, onu saat 6’da uyandırır ve havanın durumunu bildirdikten sonra yatak odasının perdelerini açarmış. “Papa hazretleri, saat şu anda tam sabahın altısı ve hava günlük güneşlik…”
Papa da hep aynı cevabı verirmiş: “Sağol evladım, yüce Tanrı ve ben bunu biliyorduk.”
Bu merasim yardımcının içine sinmezmiş ama ne desin, karşısındaki koca Papa ve kendisinin geçimi bu işten.
Nihayet bir gün yardımcının meslekteki miadı dolmuş. O gün Papasını son defa uyandırıp yine her zamanki gibi “Papa hazretleri şu anda saat tam 6 ve dışarısı günlük güneşlik” deyince, Papa yine “Sağol evladım yüce tanrı ve ben bunu biliyorduk” diye cevaplamış.
İşte o an yardımcının tam da elinin rahatladığı, artık rol yapma ihtiyacının bittiği anmış.
Yıllardır süren o anlamsız gösteriyi tam da içinden geldiği gibi sonlandırıvermiş:
“Nah biliyorsun Papa hazretleri” demiş, aslında saat sabahın beşi ve dışarıda şakır şakır yağmur yağıyor”
Kıssadan hisse: Siz onun bir parçasıysanız, “gösteri” sürerken dışarıdaki gerçeği söyleyemezseniz.
Gerçek çoğu zaman bu şovun dışındadır.
Eğer söylemelerine fırsat verir ve sahnelenen gösteriyi değil de dışarıdaki halkı can kulağıyla dinlerseniz, onlar size mutlaka olması gerekeni söylerler, üstelik ne kadar acı da olsa.
Çünkü gösteride vazgeçemeyecekleri bir rolleri, kaybedecekleri meslekleri yoktur.
Gerçek denen şey de zaten onların yaşamlarıdır. İyi ya da kötü konusundaki tercihleridir.
Çekinmeden söylerler… yeter ki onlara kulak verilsin, her biri “seçmen” yerine konsun.