Memleket dibe vurdu mu vurmadı mı?


Memleket sevdalısı bir arkadaşım…
Çok iyi biliyorum ki kendi geleceğinden çok memleketin halinden dertli ve bu gün bir kere daha arayıp soruyor:
-Ne olacak bu memleketin hali?
“Dibe vurmadan düzelmez!” dedim.
-Peki, ne zaman vuracak, hala vurmadı mı?
“Halkımız hala bu iktidarı oy verip seçim kazandırdığına göre daha vurmadığı ortada”

Bu cevaptan dolayı umudu daha da kırılmış olacak ki;
“Anladım abi” dedi, “işimize bakalım!…”
*
Türkiye gibi daha hala “gelişmekte olan” ülkelerde ne yazık ki siyasete “popülizm” hakim.
Yani “Siyaset piyasası ne istiyorsa biz de öyle yapalım” mantığı geçerli.
“Halkımız din iman muhabbeti istiyorsa siyaseti din-iman üzerine bina edelim”
“Halkımız avanta para, kömür-makarnadan hoşlanıyorsa biz de dağıtalım”
“Halkımız mikro milliyetçiliğe sarılmışsa biz de yapalım; her gittiğimiz yerde boynumuza oranın futbol takımının atkısını dolayalım, örgütlerimizi buna göre oluşturalım falan filan…”

Şimdi soralım bakalım:
Peki kardeşim, siyaseti halkın bu günkü tercihleri üzerine kuracaksak; ama onun bu günkü tercihleri zaten mevcut iktidar olarak ete kemiğe bürünmüşse; hadi söyle bakalım, o zaman insanlar neden mevcut tercihlerinden dönsünler de bir başkasını iktidar yapsınlar?

Nasıl, “Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar” sorusu kadar cevaplandırılması zor bir siyaset sorusu karşısındayız değil mi?
Öyle ya halk zaten hoşuna gideni seçmiş, sen “senin hoşuna ben daha çok giderim” deyip öne çıkıyorsun.
Onlar da kendi dünyalarına göre haklı olarak: “İyi de biz zaten kendi hoşumuza gideni seçmiyor muyuz ki? Niye sizi seçelim” demiyor mu her sandığa gidişte?

*
İşte galiba sorunun kilitlendiği nokta da, çözümün aranacağı nokta da tam burası.

“Liberal” ya da “merkez” partiler ve bunların civarında dolanan particiler için sorun yok.
Onlar bir ülkenin ekonomisinin çarpıklığı, gelir dağılımının adaletsizliği, işsizliğin sosyal patlamalara yol açacağı, halkın geleceğinin yerli-yabancı sermayeye nasıl peşkeş çekildiği, ekonominin iflasa doğru yelken açtığı gibi “alt yapısal” konularla ilgilenmedikleri, daha doğrusu doğaları gereği o derin konulara girmedikleri, girseler bile bu konuları ancak polemik malzemesi olarak gördükleri için bütün siyasi gayretleri de, proje ve programları da, arayışları da “adam adama”dır. Yani siyasete “Onu bırak beni seç” çabası olarak bakarlar.
Ve maalesef, iktidardaki popülistler bu yarışta her zaman muhalefetten fersah fersah öndedir.
Çünkü popülizm uğruna dağıtılacak para, makarna ve kömür, verilecek koltuk ve kadrolar, parsellenecek araziler, özelleştirilerek devredilecek kamu malları hep onların elinin altındadır.

Hele hele sıkıştıklarında bir kısım daha “ikram”la paçalarını kurtaracaklarsa şunu da ekleyelim: Bu işin gerektirdiği kanun değişikliği dahil her türlü prosedür de neredeyse iki dudağın arasındadır. Parlamento bile hikayedir.
Önce yaparlar sonra kanununu çıkarırlar.
“Verdim gitti” dediler mi o şeyler neyse gideceği yere gider, popülist çözüm gelir.
Sen ona karşı istediğin kadar “Ben ondan daha fazlasını veririm” falan de.
Birincisi muhalefetteyken veremezsin,
İkincisi adam zaten gerektiği kadar veriyor. Fazla gerekirse senden niye geri kalsın da iktidarı teslim etsin?
Üçüncüsü; hani sen onlar gibi yapmayacaktın?

*
Mesele, bir merkez parti gitsin de bir başka merkezi parti gelsin; yani sonuçta o kadroları bırakın bizim kadroları iktidara getirin meselesi değil de bu ülkenin çarpık gidişini değiştirmek ise, siyasetin daha derin meselelere eğilmesi gerekmektedir.

Nedir o derin meseleler?
Siyasetin derin meselesi, bu düzenin ekonomisinde çarkların kimler için döndüğü; o çarklar dönerken bu arada kimlerin ve nelerin “öğütülmekte olduğu”dur.

Türkiye’nin bu düzeninde dönen çarklar –kime oy verdiği ortada olduğuna göre- şimdi durumunun pek de farkında olmayan yerli sermayeden esnafa, işçimize, köylümüze kadar hepimizin yakın ve uzak geleceğini öğütmekte, harcamaktadır.
Ve ne yazık ki, toplumumuz önemli orandaki oylarıyla bu düzene “devam” diyebilmektedir.
*
Peki, toplum bu durumu ne zaman tersine çevirir?
Böyle köklü değişiklik gerektiren tepkiler, maalesef bu bozuk düzen çerçevesinde siyaset yapan partiler tarafından yaratılamamaktadır.
Düzen, işin kötüsü sol partilerin serpilmelerine de pek fazla imkan vermemektedir.
İşte o zaman, köklü bir değişikliğe imkan verecek sosyal birikimin ancak, “siyasal” değil; “ekonomik” olarak dibe vurulduğu zamanlarda olgunlaştığını görüyoruz.
Ve asıl siyaset de, yani neyin ne yapılacağını bilip söylemek; bu esnada oluşan tepkiyi yakalayarak ekonominin çarklarını yine halkın ve ülkenin yararına döner hale getirebilmek de ancak o zaman gerekiyor …
Bunun için de şimdiden tutarlı bir “restorasyon” programına sahip olmak.

İyi de “o zaman ne zaman?” dendiğinde takvim anlamında bir tarih vermek güç.
Dünyanın ve ülkemizin gidişini bu düzenin sunduğu gözlüklerle izlemiyorsanız, bütün ekonomilerin ama bizim gibi gelişmekte olan ekonomilerin ve özellikle de bizim ekonomimizin giderek çıkmazlara doğru yelken açtığını, iktidarın bu işi perdeleyerek zaman kazanmak ve kendini kurtarmak için büyük gayret sarf ettiğini görüyor olmalısınız.
Bir değerli ekonomistimizin deyimiyle “aslında yangın başlamıştır, şu ara sadece dumanı gizlenmeye çalışılmaktadır”.
O halde bu yangın -er ya da geç- bütün örtülerini aşarak bir süre sonra her yeri sarınca, onu artık popülizm ile söndürmek imkanı kalmayacaktır.
İşte “dip” noktası o gündür ve akıllı siyasetçilerin o günde gerekeni yapabilmeleri; kendilerinin de yangından canlarını kurtarma derdinde olmamaları için şimdiden bütün hazırlıklarını tamamlamış olmaları gerekir.
Siyaset tarihi; makarna dağıtırken, popülizm yaparken değil, tam da o günlerde başarılı olduğu takdirde işte bunlar gerçek kahramanlardır deyip birilerini alkışlayacaktır.