Seçimler “geçim”lerden ne kadar ayrı düşünülebilir?


Eskiler “İdrak ettik” derler ya… Bir seçimi daha geçirdik anlamına gelmek üzere!.
Buradaki idrak “bu günlere de ulaştık, yaşadık” anlamındadır; bir şeyleri kafamızda böylece çözdük falan gibi değil.
Evet “yaşadık!” ama olayı ne kadar doğru analiz edebilecek ve bir dahaki sefere daha hazırlıklı olabileceğiz konusunda bir fikrimiz yok henüz.
Bunu zaman gösterecek.
Seçimlerin en öne çıkan çizgileri sanırım Sayın Başbakan’ın arkasındaki –diğerlerine göre- hayli ezici harcama ya da elde etme imkanı ve genelde “tatilciler” diye tanımlanan bir kısım yurttaşımızın oy kullanmamış –bize göre genellikle kullanamamış- olmaları idi.
Seçim sonrası gündeme uymak ve tartışmalara katkı sağlayabilmek amacıyla biz de bu iki konuda kişisel düşüncelerimizi söyleyelim şimdi.
*
Seçimler tabii ki adayların boy ölçüşme, her yeri resimleriyle ve sloganlarıyla en fazla donatabilme yarışı değil.
“Seçenler” yani yurttaşlar açısından düşünüldüğünde seçimin amacı, önümüzdeki beş yılda bizim yöneticimiz kim olmalı, bu yönetici hangi projeler dolayısıyla bizim önümüzdeki beş yıllık yaşantımızı daha mutlu geçirmemize olanak sağlayabilir? Kime güvenebiliriz olmalı.
Hani bazen “Kitaplara göre” denir ya, işte işin ideali bu…
Ama gelgelelim, sade yurttaş bu konuya cevap ararken kolay kolay kendi başına bırakılmıyor ve “iradesi” kolayca yönlendirilebiliyor.
Nasıl mı diyeceksiniz?
Aslında çok masumane bir uygulama olması gereken “propaganda”nın, taraflardan biri ya da bir kaçı tarafından diğerinden çok yoğun ve abartılarak yapılması yoluyla.
Örneğin birisi ancak 1.000 ilan panosuna afiş koyabiliyor, diğeri 50.000 ise…
Birisi, ses düzeni kurulmuş 10 arabayla propaganda yaparken diğeri sesi daha fazla çıkan 1000 arabayla yapabiliyorsa.
Biri broşürünü bastıracak matbaa ile pazarlık edip ucuzlatma peşindeyken diğerinin konfeti yağdırır gibi gökten broşür yağdırıyor, dağı taşı yayınlarla, basılı malzemeyle donatıyor olması …
Biri yurdu otobüsle gezerken diğerinin helikopterden inmesi falan…
Uzatmayalım ve siyasetin şu denklemini bir kenara yazalım:
Ne kadar para = O kadar propaganda
Ne kadar propaganda = O kadar milli irade yani oy ise, söyleyin bakalım:
Bu denklemde aynı zamanda “ne kadar para = o kadar oy” değil mi?
Siyaseti tartışılır ama en azından matematik sonucu bu.
Peki, o “alabildiğine” para desteği kimde?
Tabii ki iktidar partisinde, iktidar partisinin çevresindeki iş adamlarında.
O zaman muhalefet adayının propaganda konusunda en büyük rakibi karşı tarafın “fikirleri” değil de “para”sı değil mi?
Dolayısıyla sonuçlara bakıldığında “başarı” ya da “başarısızlığın” “para” unsuru dikkate alınarak yeniden değerlendirilmesi, teknik deyimle başarı derecesinin buna göre “redakte” edilmesi gerekir.
Böyle bir şey yapıldığında mutlaka muhalif aday sandıktaki oy oranından daha başarılı, iktidar adayı ise sandıktan çıkan sonuçlarda o kadar “torpilli” demektir.
*
Seçimlerin ikinci tartışması “tatilciler” meselesi idi.
Belediye otobüsü kapılarındaki muhabbeti bilirsiniz: Dışarıda kalanlar “yahu içerisi boş, niye yürümüyorsunuz ki biz de binelim” derken” hasbelkader kapağı içeri atmış olanlar “yürü yahu kaptan, yer mi var ki bunlar hala içeri girmeye çalışıyor, ayıp denen bir şey var” derler.
İnsan egoizmi maalesef.
Tatilciler ile mahallesinde oy kullananlar arasında da bu durum var şimdi.
Bir nedenle “oyunu kullanmayanlar “ demiyorum; “kullanamayanlar” ha bire suçlanıyor ve biraz kaba kaçacak ama; “halam da burada olsaydı bu seçimi garanti almıştık” edebiyatı yapılıyor.
Gurbetçilerimizin ülkesine göre ancak yüzde 5-10’unun oy kullanabildiğini hep birlikte gördük değil mi?
Şüphesiz “bana ne” diyeni de vardır içlerinde ama, herkes bilir ki ağustos ayının 10’u bütün ülkelerde üretimin yavaşladığı, toplu izinlerin kullanıldığı dönemin tam da göbeğidir.
Bu tarihte insanlarımız akın akın memleketlerinin yoluna düşerler.
Yani sürekli adreslerinden ayrılırlar.
Aynı durum ülke içindeki emekçiler için de öyledir.
Onlar da aslında tatilin hiç çekilmeyeceği, her tarafın vıcık vıcık kalabalık olduğu bu günlerde yıllık izne “çıkarılırlar”.
O izinlerin üç gün önceye, beş gün sonraya kaydırılması asla kendi ellerinde değildir.
İzinde ne mi yaparlar?
Dosdoğru “memleketlerine”.
Bunun adı “tatil” sanılır değil mi?
Asla değil.
Büyük şehirlerin Anadolu’dan gelmiş nüfusu, her yıl bu dönemde düzenli olarak memleketine gider; orada yurt dışından gelen akrabalarını görür, hasatta çalışır, tarhanasını bulgurunu hazırlar, düğününü nişanını yapar.
TÜİK’in yayınladığı bir bültende 2012 sonu itibariyle halkın yüzde 59,2 sinin “ciddi finansal sıkıntı ile karşı karşıya olduğu” yazılıdır.
Bu işin “resmi” tarafı tabii; yani asgarisinden.
Peki bu insanlar çoğunlukla kendi iradeleri dışında izne çıkarılıyorsa,
Bu izin dönemi geleneksel olarak bu günler ise,
Bu izinler en fazla memleketten gıda-ürün tedarikine ve büyük şehirlerde yaşamanın maliyetini düşürmeye yarıyorsa,
Bu izne çıkarken bile insanlarımız çoluk-çocuk yol parasının tedarikinde TÜİK’in dediği gibi “zorlanıyorsa”
Acaba onları bu arada “alt tarafı bir günlüğüne” gelip dönmediler diye suçlamak, -hadi yorumumuzu hafifletelim- onların sandıkta olmayışının genelde bu nedenden kaynaklandığını bilip görmemek haksızlık değil midir?
Haydi bu haksızlık neyse de, siyasette seçim sonuçları değerlendirilirken bunu hesaba katmamak yanlış değil midir?
*
Şimdi bu iki küçük tesbit için son bir şeyler söyleyelim:
Halkın tarafındaki adayların sermaye destekli adaylarla parasal açıdan yarışması mümkün olmadığına göre bu “açığın” daha kuvvetli organizasyonlarla, örgütü daha da heveslendirerek, daha gerçekçi tezlerle “kapatılması” gerekir.
Aksi takdirde sermayenin desteğindeki propaganda her zaman “sermaye desteğindeki adayın daha çok oyu” yani her zaman kazanması demektir.
Bütün büyük şehirlerimiz Anadolu’dan göç almıştır ve nüfuslarının önemli bir kısmı, sanıldığı gibi yazın tatile değil, “memlekete” gider.
Yaz aylarına denk gelen ya da getirilen seçimlerde, bu insanları televizyondan, internetten çağırarak sandığa getirmek sonuç vermez, daha doğrusu veremez.
Onların mutlaka önceden organize edilerek memleketlerinden otobüslerle “alınması” ve oy kullandırılması gerekir.
Biliyor musunuz; yine resmi verilere göre İstanbul’daki nüfusun “sadece” 2.1 milyonu doğma büyüme İstanbul’lu imiş.
Yani kabaca 13 milyonu Anadolu’dan kopup gelmiş ve 2011 yılındaki bir tesbite göre sadece o yılın göçü 401 bin kişi.
Bunların şöyle dörtte birinin bu mevsimde “memlekete” gittiğini düşünürseniz, o “tatilde” sayılan ama sandıktan ayrı düşen seçmen sayısının boyutu hakkında kaba bir fikir edinebilirsiniz.
Acaba bundan sonraki seçimler sonrasında “bak yine tatilciler” dememek için bu konu üzerinde üzerinde çalışmaya değmez mi?