“GSS” ya da “Şimdiki zamanın hikayesi”


“Şimdiki zamanın hikayesi”ni bilir misiniz?
Aslında bir dil bilgisi terimi.
Hani sonu “...yordu” diye biten biçimde anlatırız ya bazen.
Örneğin: “biz geliyorduk , onlar gidiyordu” gibi.
Bir zamanları anlatır.
İşte onun gibi.
Ama bir başka şeyi daha anlatıyor “şimdiki zaman”ın hikayesi;
“Şu anda yaşadıklarımız ve bu noktaya nasıl geldiğimizi de”.
Bazen bu ülkenin ve dolayısıyla bizlerin yaşam hikayemizi.
“Şimdiki zamanın hikayesi” sözü, adeta “Şimdiki hallerimizin de hikayesidir…” der gibi
Gerçekten, “şimdiki hallerimizin hikayesi” nerede ve nasıl başlıyor?
Son genel seçimlerden bu yana mı?
13 Yıl öncesinden mi?
40 yıllık bir hikaye mi?
Ya da çooook eskilerden mi geliyor?
*
Her gün binlerce olayı yaşıyoruz malum.
Ve her gün bunlardan birileri başlayıp birileri sonlanıyor.
Bu bir süreç ve hepsi bir araya gelince “şimdiki halimizin hikayesini” ortaya çıkarıyor.
Yaşam o kadar karmaşık ki…
Peki o zaman bu karmaşıklık içinde şimdiki halimizi ve dolayısıyla “yürüyen düzeni” nasıl anlayıp tavrımızı doğru alabileceğiz?
Söyleyelim:
Günlük ayrıntılara saplanmadan, mümkün olduğu kadar “bütünü” ve geçmişten geleceğe doğru uzanan tüm “hikayeyi” ya da “senaryoyu” geri planıyla birlikte anlamaya çalışarak.
Ve o “hikaye”nin başlangıcını ne kadar gerilere götürebilirsek, “bu günler” o kadar daha net anlaşılacak.
*
Yıl 1929
Amerika Birleşik Devletleri müthiş bir ekonomik kriz yaşamaktadır.
Gayrımenkul fiyatlarının her geçen gün yükseleceği varsayımına dayanan “mortgage” sistemi çökmüş, borsadaki bütün şirketlerin hisseleri dibe vurmuştur.
O günler, kapitalizmin ve kapitalizmin beşiği Amerika’nın tarih boyunca yaşamış olduğu en kara günlerdendir.
Firmalar batmış, işsizlik almış yürümüş, krizin etkileri taa 1939’lara kadar da hissedilmiştir.
Sonra 1939 – 1945 arası.
Birinci Dünya Savaşı sırasında kozlarını tam olarak paylaşamamış büyük güçler 1939 yılında yeniden savaşmaya başladı.
Almanya, İtalya, Japonya (Mihver devletleri) ile Amerika, İngiltere, Fransa, SSCB (Müttefik devletler) başta Avrupa olmak üzere Dünya’nın hemen her yerinde yeniden kavgaya tutuşmuşlardı.
Amerika, savaşan taraflardan biriydi fakat coğrafi konumu dolayısıyla topraklarında hiç savaş yaşamadı.
O altı yıllık sürede Amerikan savaş sanayii gelişirken en şiddetli çatışmaların topraklarında yaşandığı Avrupa baştanbaşa yıkıldı, ekonomiler büyük zarar gördü.
Savaş bittiğinde, artık Dünya’ya eskisi gibi askeri araç, silah ve cephane satamayacak olan Amerika’nın o dönem hayli gelişmiş olan savaş sanayiini bir biçimde sivile dönüştürülmesi, askeri araç üreten ağır sanayiin bundan böyle otomobil ve saire gibi sivil araçlar üretmeleri gerekiyordu.
Barışta kimse tank, tüfek, bomba almayacaktı.
Dönüşüm sağlanamazsa, o zaman da yeni bir 1929 krizi yaşanabilirdi.
Ancak bir sorun vardı.
Amerika ekonomisini sıkıntıya sokmamak için bir şekilde üretim yapılmalıydı ama, bu malların alıcısı olabilecek ülkelerin de ekonomileri batıktı, hiç birinin parası kalmamıştı.
Bunun çaresi, peşin parayla alamayan Avrupa’ya krediler açılmak ve satın almalarını sağlamaktı.
1944 Temmuzunda Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı Amerika’da Bretton Woods' adlı küçük bir kasabada toplandı ve imzalanan "Uluslararası Para Anlaşması" ile yeni bir sistem geliştirildi.
Doğu bloku ülkeleri dışındaki 44 ülkeden 730 delegenin katıldığı bu anlaşma ile, katılan ülke paralan için sabit kur esası benimsendi. Anlaşmaya katılan her ülkenin parasının değeri, dolar esas alınarak belirlenecek, ABD de bastığı dolara karşılık olarak altın bulunduracaktı.
Anlaşma 1946 yılında yürürlüğe girdi.
Bu anlaşma ile aynı zamanda “Dünya Bankası” ve “IMF”in kurulmasına da karar verildi.
Ekonomistler “Para ekonominin kanıdır” derler.
Böylece batılı ekonomilerin damarlarında dolaşacak kanın artık nereden ve nasıl pompalanacağı belirlenmişti.
Amerika daha sonraki yıllarda “altın karşılığı” dolar esasından vazgeçti, işin içine SDR (Özel çekme hakkı) girdi, Avrupa Euro’yu devreye soktu ama artık dünyanın “rezerv parası dolardı, bir numaralı para kaynağı ve bu işlerin patronu da belli olmuştu.
*
O yıllarda ortaya atılan ve Dışişleri Bakanı George Marshall’ın adıyla anılan “plan”a göre verilen kredilerin beklendiği gibi yani en başta Amerikan mallarını satın almada kullanılabilmesi için Avrupalıların OEEC (Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı) gibi bir organizasyonu olması, Amerikan yardımından yararlanan Avrupa ülkelerince, iktisadi ilişkilerinde sürekli bir “işbirliği” sağlanması ve ortak bir kalkınma programı uygulamak amacıyla ekonomilerinin “düzenlenmesi” gerekiyordu.
OEEC daha sonra faaliyet alanını daha da genişleterek 1961’de bu günkü OECD’ye dönüştü.
İşte bu tarihler den sonra Türkiye, Dünya Bankası, IMF ve OECD ile “çerçevelenmiş”, kullandığı dış kredileri buralardan geçen, ekonomisi ve maliyesi, sosyal güvenlik konuları hep buralardan “niyetlendirilen” bir ülke haline gelmişti.
“Niyetler” tabii ki, iktidara talip olanların neye niyetli olduklarının bilinmesini de gerektiriyordu. Çünkü ekonomideki “düzenlemelerin” başarıya ulaşabilmesi için “siyasetin” de özünde bu çerçevede yapılandırılması gerekiyordu.
*
Bu düzenlemeler nereden başlar nerelere kadar gider diye düşünürsek hepsini bu yazıya sığdıramayız.
Lafı uzatmadan, sıradan ama milyonlarca yurttaşı ilgilendiren bir örnek ile bitirelim konuyu şimdilik:
Türkiye, 1962 yılında dayandı IMF’in kapısına ve yıllarca borçlandı.
1999 yılı Aralık ayında verdiği “Niyet Mektubu” ile 17,2 milyar dolar;
2002 yılı Şubat ayında verdiği “Niyet Mektubu” ile 16,8 milyar dolar IMF kredisi kullandı.
Bu krediler kullanılırken IMF’e “sunulan” niyetlerimizden biri de “Sosyal Güvenlik Reformu” idi ve 1999 tarihli o mektupta yani bundan 15 yıl önce şöyle “dedirtilmiştik”:
“42. Yeni Hükümet sosyal güvenlik reformuna ilişkin kapsamlı gündemin ilk parçasını tamamlamış bulunmaktadır.
-Eylül ayında Meclis’te onaylanan reform: asgari emeklilik yaşını sisteme yeni dahil olanlar için hemen 58/60 ve halihazırda sisteme dahil olanlar için ise 10 yıllık bir geçiş dönemi ile 52/56 olarak artırmakta;
-Emekliliğe hak kazanabilmek için gerekli asgari prim ödeme süresini artırmakta; ortalama aylık bağlama oranını %80’den %65’e çekmekte;
-Emeklilik maaşının hesaplanmasındaki referans periyodunu tüm çalışma periyodu olarak artırmakta;
-Emeklilik maaşını TÜFE’ye bağlamakta; ve prime esas ücret tavanını yükseltmektedir.
-Reform yapılmadığı takdirde sosyal güvenlik sistemi açığının bu seneki GSMH’nın %3 seviyesindeki boyutundan 2050 yılına kadar % 16’ya çıkması beklenmekteyken reform sonrası bu eğilim tersine dönecektir.
-Aslında açığın kısa vadeden orta vadeye kadar gittikçe küçüleceği tahmin edilmektedir.
-Hükümet bunu gerçekleştirmek için prime esas ücret tavanını 1 Nisan 2001’de asgari seviyenin 4 katına, Nisan 2002’de ise asgari seviyenin 5 katına çıkaracaktır.“
( http://www.bulentsoylan.com/niyetmektubu-1999.pdf ).
*
“Niyetlendirilmiş” ama tam da istedikleri gibi yapmaya cesaret edememiştik.
Bu iş siyaseten hayli sıkıntılıydı.
Yıl 2005.
IMF Birinci Başkan Yardımcısı Anne Krueger.
Bayağı Türkçe biliyordu ve Türkiye’den ünlü dostları vardı.
İstanbul’daydı, hükümete şöyle diyordu:
“TBMM’nin sosyal güvenlik reformunu çıkarmadan tatile girmesi nedeniyle Stand-by anlaşmasının 833 milyon dolarlık kredi dilimini içeren birinci gözden geçirmeyi erteledik”
(http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2005/07/08/669396.asp)
833 Milyon dolarlık kredi dilimi için Bayan Krueger nuh diyor peygamber demiyordu.
Hazine idaresi kendisini ikna etmek için 3 gün uğraştı, olmadı. Krueger, Bu kanunu çıkarmazsanız size para mara yok diyordu.
Meclis’teki o görüşmelerde CHP Milletvekili İzzet Çetin’i dinleyelim:
Çetin, iktidar milletvekillerine hitaben şöyle diyordu:
“Bakınız, gerçekten, sayısal çoğunluğunuza dayanarak, hem kamu yönetimi alanında hem sosyal güvenlik alanında hem ekonomik konularda çok ilginç, geleceğimizi çok karartacak yasalara imza koydunuz.”
(TMMM Genel Kurul Tutanağı, 22. Dönem 4. Yasama Yılı, 108. Birleşim 30/Mayıs /2006 Salı)
Yasa çıktı.
Şimdi işsiz gençlerimiz, yoksulluk sınırı altında yaşama tutunmaya çalışan on milyonlarca yurttaş IMF’in;
“Olmazsa olmaz”, borç da olsa size başka türlü para vermem dediği bu “reform uygulaması” dolayısıyla zorunlu “Genel Sağlık Sigortası” priminden dolayı ha bire borçlanmaya devam ediyor.
Kendilerine “emeklisin” denenler “henüz yaşın tutmuyor” diye maaşsız bekletiliyor.
Bilmem, “şimdiki zamanın” hikayelerinden birinin “evveliyatını” ve belki de “o günlerden, şimdi daha da parasızlaştığımız bu günlerde; yarından ve o siyasetten neler bekleyebileceğimizi” bir nebze de olsa ortaya koyabildik mi?