BİR MUSİBET, BİN NASİHAT VE TİMURLENK’İN FİLLERİ


Daha önce duymamış olanlar için, önce şu ünlü hikayeyi anlatmalıyım:
Bir vakitler, büyük Türk hükümdarı Timurlenk’in Nasrettin Hoca’mızın da yaşadığı köye bir fil hediye edeceği tutmuş.
İltifattır…
Bu tarafı iyi, güzel de; gariban köylülerin koca bir fili sürekli besleyebilmesi, koca karnını doyurabilmesi olacak iş mi?
Ama hükümdarın bu konularda pek derdi tasası olmadığındandır ki, kullarının ellerindeki avuçlarındakiyle o fili beslerken neler çekeceğini, filden artanla kendi karınlarını nasıl doyurabileceklerini pek düşünmemiş.
Bir gün, bir hafta, bir ay falan derken köylüler bakmışlar bu işin altından kalkamayacaklar; başka çare yok, fili bir şekilde Timurlenk’e geri gönderelim demişler.
Söylemesi kolay tabii.
Karşılarındaki koca Timurlenk, ya ricaya gidenlerin kellesini alırsa, ya bu işe hiddetlenip bütün köyü perişan ederse…
Hani başka zamanlarda herkes “ben bilirim” der de, iş yapmaya gelince başkasını öne sürer ya; onlar da tutmuşlar Hoca’dan ricacı olmuşlar:
-“Aman Hocam, bu işi en iyi sen anlatırsın, saraya bir gitsen de Timurlenk’e şu başımızdaki fili geri almasını söylesen… Sen de görüyorsun ya, bu yaratık ne yese doymuyor. Başımızdan alınmazsa halimiz harap.”
Hoca köylünün önderi, ulemadan. Böyle bir görevden kaçacak değil ya; “Olur” demiş. “Ama bir şartla; Timurlenk’e konuyu ben açacağım fakat siz de bir heyetle arkamda duracaksınız.”
Köylü “Tamam Hoca” demiş. “Sen sözcümüz ol yeter, biz hepimiz arkanda olacağız”.
Saraya haber salınmış, günü belirlenmiş, hükümdar “peki gelsin bakalım kullarım benden ne dilerler” deyip gelenleri kabul edeceğini bildirmiş.
Derken o gün gelip saraya gidileceğinde Hoca bir de bakmış ki köylülerin hiç biri ortada yok.
Ne yapsın?
Koca Timurlenk “gelsinler” demiş bir kere.
Çaresiz tek başına tutmuş sarayın yolunu.
Huzura çıkmış, konuyu “arz” edecek ama, ortada durumdan şikayet eden köylü olmayınca kendi başına “al şu fili geri” deyip o büyük lütfu reddeden kişi olarak koca hükümdarın tadını mı kaçırsın?
Tamam, yine de yaradana sığınıp “köylü bu fili besleyemiyor, bunu geri alsanız” diyecek demesine de; ya korkup saraya bile gelemeyen köylüler yarın “Aman hünkarım, ne demek, biz o filden çok memnunduk” der de kendisini ateşe atarsa…
Hoca bu, düşünmüş taşınmış ve yapmış yapacağını.
“Devletlim” demiş “Bizim köye hediye ettiğiniz o fil var ya, bunu kullarınıza lütfetmekle bilseniz bizi ne kadar mutlu ettiniz, yalnız bu büyüklüğünüz karşısında sizden bir ricamız daha olacak; O mübarek hayvan iyi güzel de, tek başına biraz mutsuz görünüyor; yanına eş olarak bir fil daha lütfetseniz de, hem emanetiniz olan filimizi sevindirseniz, soyu devam etse; hem şu bizim köylüleri biraz daha sevindirseniz…
*
Gerçekten böyle bir şey olmuş mu derseniz olmamıştır tabii.
Zaten Nasrettin Hoca’nın nerede ve ne zaman yaşadığı, hatta kim olduğu bile bir sürü tevatüre dayanıyor.
Ama asıl önemli tarafı, bu ülkede böyle bir hikayenin yakıştırılıp nesilden nesile anlatılıyor olması.
Haydi Timurlenk Osmanlı’yı mağlup etmiş, kendisiyle şaka yapılamayacak kadar sert bir hükümdar da, peki:
-Hoca kim?
-O köy neresi?
-Köylü aslında kendi derdine çare bulacak diye öne çıkardığı Hoca’yı neden “satıp” onu zor durumda bırakıyor?
-Kendisini ortada bırakan köylüye karşı Hoca’nın yaptığı “hak”, o köylüler buna “müstahak” mı?
-Böyle bir şey olmadığı halde bu halk bunu niye olmuş gibi nesilden nesile anlatır? Bu olay insanların yanlışlarını bilmesi, bildiği halde yapması ama sonradan fark edip kendini eleştirmesi, günah çıkarması mıdır?
-Aydın’ınını, ulemasını ortada bırakan köylü kurnazlığının, sonuçta dertlerinin bitmeyeceğinin, hatta katlanmayla sonuçlanacağının “anlayana” anlatılması mıdır?
Gelin buna siz karar verin.
*
Ama şurası muhakkak ki, o dönemlerden bu günlere toplumların her zaman birer Timurlenk’leri, o Timurlenk’lerinin halkın başına sardığı doymak bilmez ve tahammülleri zorlayan filleri var.
İnsanlar bunu görüp zaman zaman şikayet de ediyor fakat bir şeyler yapmak gerektiğinde kendilerine yardımcı olacak, önlerine düşecek olanları yalnız bırakıyorlar, sonuçta sıkıntıları daha da katlanıyor.
Kim kaybediyor?
Hikayedeki köylü mü yoksa Hoca mı?
Tabii ki köylü.
*
Bu günlerde bizim ülkemiz de bu garip çelişkiler içerisinde.
Halinden şikayet eden kendisi, “haydi gelin bu sıkıntıyı ortadan kaldıralım” dendiğinde kaytaran, önüne düşecek olanları sipsivri ortada bırakan yine kendisi.
Bazen soruluyor “Peki nasıl düzelecek bu işler?”
-Demokraside mi? Tabii ki “demos” yani “halk” ne zaman bu işleri düzeltebilecek olanların arkasında durmaya karar verirse.
Ama korkarım şimdilik epeyce zorlansalar da hala “fil”lerinden yeteri kadar şikayetçi değiller.
Ne diyelim; hele biraz daha katlansın bakalım fillerin sayıları;
Malum “Bir musibet bin nasihatten evladır” yani daha etkilidir” denir yine halkımız arasında.
Yani, söylemekle olmuyor her zaman, “musibet”in biraz daha yakından görülmesi, onunla biraz daha iç içe yaşanması gerekiyor bu "vaziyet"e göre.