SEÇİMDEN ÖNCE MUHALEFETTİK
SEÇİMDEN SONRA DA MUHALEFET


Büyük şair Nazım Hikmet, Kuvayi Milliye Destanı’na “Onlar ki… diye başlayıp “biz”i yani halkımızı şöyle anlatır:
Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
onlar ki uyup hainin iğvâsına
sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
Sonra onlardan birinden, Kartal’lı Kazım’dan söz eder Nazım:
dövüştü pir aşkına,
yaralandı birkaç kere
ve saire.
ve kavga bittiği zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
kavgadan önce Kartal'da bahçıvandı,
kavgadan sonra Kartal'da bahçıvan...
*
Ve nihayet 1 Kasım seçimlerini de yaşadık…
Bu konuda herkes gibi biz de bir değerlendirme yaparken nedense Nazım’ın ünlü destanından dizeler geldi aklımıza.
Gerçekten de bu toplumu ve dolayısıyla seçmeni iyi tanımadan o seçmenin ortaya koyduğu sonuçları doğru değerlendirebilmek mümkün mü?
Madem –yine büyük ustanın deyimiyle- destanımızda yalnız onların maceraları var; o zaman Türkiye demokrasisinin seçim maceralarında da tabii ki yine onların maceralarından söz etmek gerekecek.
*
Türkiye’nin siyasetini genişçe bir perspektifle değerlendirenler, bizim halkımızın CHP ya da daha geniş bir tanımla sola en fazla yüzde 25-30 dolayında sempati duyduğunu söylerler.
Gerçekten de, geçmiş seçim sonuçlarına bakıldığında görülen tablo bunu doğrular:
1950: Yüzde 39
1954: Yüzde 35
1957: Yüzde 41,5
1961: Yüzde 36,7
1965: Yüzde 28,7
1969: Yüzde 27,3
1973: Yüzde 33
1977: Yüzde 41,3
1983 Yüzde 30 (Halkçı Parti)
1987 Yüzde 32,5 (SHP+DSP)
1991 Yüzde 31,5 (SHP+DSP)
1995 Yüzde 25,35 (CHP+DSP)
1999: Yüzde 23 (CHP+DSP)
2002: Yüzde 19,3
2007: Yüzde 20,88
2011: Yüzde 25,98
2015/1: Yüzde 24,95
Demek ki Türkiye’nin sosyal yapısı ağırlıklı olarak muhafazakardır, Halk daha çok "bu nabza göre şerbet veren" popülist partilere oy vermekte, onu iktidar etmektedir.
Peki böyle bir yapıda bir sol-sosyal demokrat, laik bir parti ne yapabilirdi?
Önce yapmaması gerekenden başlayalım:
Eğer hedefi, ülkenin sol-sosyal demokrat ve laik bir Türkiye yaratmak idiyse, iktidar olmayı bunun için istiyorsa, tabii ki “madem halkımız bunu istiyor, o halde biz de onun istediğini söyleyelim” demeyecekti, her seferinde o popülist politikalarla seçim kazanan sağ partilere öykünmeyecekti; yani “O zaman biz de onlar gibi yapalım, onlara yakın adaylar çıkaralım, benzer şeyleri söyleyelim” demeyecekti.
Bunu yaptığı ve dediği zaman belli ki, karşısında “gerçek popülist” partiler varken kimse ona benzemeye, onun rolünü kapmaya çalışanlara oy vermeyecekti.
Zaten;” biraz kendi felsefesinden, biraz karşı taraftan siyaset" harmanı ile bir sol parti ne mesafe alabilir ve ne de kendi temel felsefesini muhafaza edebilirdi.
Ancak son yıllarda maalesef bu yolla bir çıkış denemesine girildi ve alınan sonuç yine her zamankinden farksız oldu.
Hani bilinen bir fıkra vardır: İki kişi birbirlerine olmadık işler yaptırıp sonuçta ikisi de bir şey elde edemediklerini görünce “Peki o zaman biz bu işi niye yaptık” derler ya… Aynen onun gibi:
Madem sol-sosyal demokrat, laik kesimin zaten yüzde 25-30 oyu vardı ve şimdi de bunun ancak alt sınırını yakalayabildik, o zaman biz bu “yeni”likleri niye yaptık ki?
Niye oradan buradan adam devşirip birilerine şirin görünmeye, içerideki çekirdek kadronun küstürülmesine, hatta kimilerinin dışlanmasına yol açtık?
*
Yapılacak olan ne peki?
Asıl mesele partinin temel felsefesi gereği “toplumu ileriye götürmek, çağdaşlaştırmak”sa, bunun sağ partilere benzeyerek, popülizmle yapılması doğru değil tabii. Ayrıca yukarıda söylediğimiz nedenlerle sonuç getirmesi de mümkün değil.
Belki öyle yaparak bir miktar daha oy da alınabilir ama bu şekilde alınan her oyun bir o kadar "partinin rengini" değiştireceğini, temel felsefesinden uzaklaştıracağını da kabul etmek gerekir.
Sol, sosyal demokrat ve laik bir düzen, eğer gerçekleştirilebilecekse ancak bu yapısını muhafaza eden bir partiyle gerçekleştirilebilir.
Ama maalesef siyasetin günlük akışı, ne bahasına olursa olsun seçim kazanmayı, temel yapı ve dolayısıyla hedeften ayrılınsa bile bir biçimde oyların arttırılmasını başarı olarak kabul etmektedir.
“İktidara talip olmayacak mıyız?”
Tabii ki olunacaktır. Ama talip olunan iktidar sadece “sandalye” değil, bir anlayışın iktidarıdır, devlete taşınmasıdır.
O zaman da bu yolun belirli bir disiplinle, zikzak yapmadan alınması; asla popülizm kolaycılığına, o popülizmle sağlanacak “yaramaz” ve “gösterişten ibaret” başarılara bel bağlanmaması gerekir.
Nazım’ın anlattığı Kuvayi Milliye ya da Kurtuluş Savaşı destanı yine bu halkla, şimdi tercihlerinden pek de memnun görünülmeyen bu halkla yazılmış, Türkiye çok kısa bir zamanda o büyük işleri yine bu halkla başarmıştı.
O zamanlar her türlüğü imkansızlığa karşın yapılabilenler şimdi niye yapılamasın?
Niye eyyamcının, rantçının peşine takılınsın?
Neye bilinmezlere yelken açalım?
Çizgiyi doğru çekerseniz bu halka gereğini yaptırabilirsiniz.
Başarmak için çizginizi doğru çizeceksiniz,
Nazım’ın anlattığı Kartal’lı Kazımları göz ardı etmeyecek, siyaset esnafını değil, sadece onları öne çıkaracaksınız.
Şimdi acaba bu günkü siyaset çarkında kaç tane Kartallı Kazım barınabiliyor?
Siyaset bağına kaç kişi bahçevan olarak girebilip yine bahçevan olarak çıkabiliyor?
Ne diyor büyük usta “Kazım” için?
“dövüştü pir aşkına,
yaralandı birkaç kere
ve saire.
ve kavga bittiği zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
kavgadan önce Kartal'da bahçıvandı,
kavgadan sonra Kartal'da bahçıvan...”
Ne dersiniz? Şimdiki siyasette böyle “Kazım”lara ihtiyaç yok mu?