Emperyalizmle gölge boksu”
ya da sakın ola işin aslı gözden kaçmasın


Ortalık hala karışık bu günlerde değil mi…
Hayatımız neredeyse sürekli “son dakika”
Kimse kimsenin dediğine pek inanmasa da, insanlar yine de sorular sorup karşısındakinden yeni bir şeyler öğrenmeye çalışıyor:
-“Arkası gelir mi?”
-“Ekonomimiz battı mı?”
-“Daha çok adam atarlar mı?”
-“Ordunun durumu ne olacak?”
-“Bunun arkası başkanlık mı?”
-“Yakalananlar asılır mı asılmaz mı?”
-“Fetö’cüler kazındı mı?”
-“Bu işi yaptıran Amerika mı?”
…………
Falan filan
*
Peki siz ne diyeceksiniz?
Tam da Süleyman Demirel’lik bir soru değil mi?
Rahmetli yaşayıp bu günleri görseydi, herhalde; O pek beğenilen “Siyasette 24 saat çok uzun zamandır” sözü yerine artık “Bu günlerde bir saat bile hayli uzun zamandır, ben bundan bir saat sonrası için bir şey diyemem” derdi.
Bu ortamda yarının ne getireceğini kestirmek, yarına neyle uyanacağımızı tahmin etmek gerçekten pek kolay değil ama ileride tarihin bu günlerimiz için neler yazacağını aşağı yukarı tahmin etmek mümkün.
Çünkü dünyanın ve memleketin gidişatı ile manzara-i umumiyesine ne kadar uzaktan bakarsanız bazı çizgiler o kadar çok belirginleşiyor ve durumu değerlendirmek o kadar kolaylaşıyor.
Yani işin geri planını biraz fark etmişseniz, geçmişte çok örnekleri olduğunu da fark edeceksinizdir.
*
Bir kere şunu biliyoruz ki; devletten devlete müdahalelerin temel nedeni “ekonomik”tir.
Müdahaleler ister “diplomatik”, isterse “askeri” yolla olsun bu gerçek değişmez.
Haydi dönüp bakalım tarihe:
- Örneğin büyük bir “din savaşı” dediğimiz haçlı seferleri bile kilise ile kimi feodal beylerin o tarihlerde yoksulluktan kırılan Avrupalıları zengin İslam ülkelerine saldırtması, “gidin kendiniz için oraları talan edin, bize de ganimet getirin” demesidir.
Hesaba göre o ganimetlerle kilise ve feodaller zenginleşecek, fakir Avrupalı halk da bu “talan” fırsatından sebeplenecektir.
“Din” işin sadece cilasıdır.
-Örneğin Osmanlı fetihle büyümüş ve devlet harcamalarını büyük ölçüde, o savaşlarda elde edilen ganimetler ile fethedilen yerleri “vergi”ye bağlamaktan karşılamıştır.
Fetihler dönemi bitince de önce duraksanmış, sonra gerilemeye başlanmıştır.
-Örneğin Hitler, İkinci Dünya Savaşını çıkarırken, saldırganlığını “Hayat sahası” dediği “Almanya’nın alman ırkına yetmediği, topraklarını genişletmesi gerektiği” gibi bir ekonomik gerekçe ile açıklamaktadır.
-Diğer taraftan Lenin, kapitalistlerin devamlı karlılığını artırmak zorunda olduklarını, bu işe kendi ülkelerinin pazarları yetmeyince diğer ülke pazarlarına girme ihtiyacı duyduklarını, bunun için siyasi-askeri her türlü müdahaleyi yaptıklarını söyler. Bu müdahaleyi de “emperyalizm” olarak tanımlar.
Yani demek istiyoruz ki; bir ülkeden diğer bir ülkeye açıkça ya da üstü kapalı, diplomatik ya da askeri müdahaleler varsa, bunun altındaki temel neden, falan ülkedeki yöneticinin filan ülkedeki yöneticiye yan bakması, ondan hiç hazzetmemesi, bilmem kimleri demokrasiye davet etmesi falan değil; sadece “ekonomik”tir.
İspatı mı?
O gelişmiş ülkeler kara Afrikanın insanlarına bir dilim ekmek vermezken, altın lazımlıkta oturmakla itibar göreceğini sanan şeriatçi arap krallarına, şeyhlerine bir şey demezken; tutarlar petrol ülkesi Libya’ya, Irak’a, Suriye’ye sözde “demokrasi” getirmeye kalkarlar, oraların petrollerine el koyduktan sonra da arkalarında birer kan gölü bırakarak çekip giderler.
*
Gelelim bizim durumumuza…
Türkiye, Osmanlı’dan bu yana hep batılıların iştihasını kabartmıştır.
1838 Ticaret Anlaşması’ndan itibaren “imtiyazlar” yoluyla ciddi biçimde sömürülmeye başlanan Osmanlı, nihayet çöktüğünde, elinin altındaki doğal zenginlikleri hesaba katılarak topraklarında yeni devletler kurdurulmuştur. Bunların sınırları masa başında cetvelle çizilmiş, yönetimlerine o sömürgecilerine hizmet edecek emir kulları getirilmiştir.
Verdiği kurtuluş savaşı ile şimdiki topraklarını kurtarıp bağımsızlığını ilan eden Türkiye, dikkat edilirse, “Lozan”da en fazla, batının hala sürmesini istediği “imtiyazlar” yani onların ekonomik çıkarlarının devam edip etmeyeceği konusunda mücadele etmiş ve orada emperyalistlerin yem borularını kesmiştir.
Peki, Lozan imzalanmış da bu iş sona mı ermiştir?
Hayır.
O konferansta İngiliz temsilcisi Lord Curzon; kendilerinin ekonomik ve mali konulardaki katı isteklerini kabul etmeyen İsmet Paşa’ya “Şimdi hiçbir isteğimizi kabul etmiyorsunuz, ama bu konuları unutmuyorum, hepsini cebime koyuyorum. İleride, harap ülkenizi imar etmek, perişan ekonominizi düzeltmek için para aradığınız zaman bize geleceksiniz ve ben o zaman, sakladığım bütün bu istekleri cebimden çıkarıp önünüze sereceğim” demiştir.
Burada söylediği; “Şimdi bizim ekonomik çıkarlarımızı engelliyorsunuz, yarın fırsatını bulup yine de bunları sizden alacağız” demektir özetle.
*
Türkiye 15 Temmuzda yine böyle bir olayla karşılaştı aslında.
“Sözde” bir dinsel cemaat onca aklı başında olması gereken yüksek rütbeli askerleri, akademisyeni, bürokratı, medyacıyı ve politikacıyı “bir şekilde” elde etmiş, yönlendirmiş ve böyle ciddi bir kalkışma planlamıştı.
Amaç ülkeyi arkalarındaki emperyalistlere teslim etmekten başka bir şey değildi.
Türkiye’de herkes birbirine bu işin bir ilkokul mezunu bile olmayan, salya sümük zırvalayan biri tarafından nasıl planlanabileceğini tartışıyor, buna mutlaka birilerinin destek vermiş olabileceğini düşünüyor da; büyük çoğunluğumuz böyle yıllar boyu inceden inceye geliştirilmiş, profesyonelce uygulanmış bir kumpasın ancak devletten devlete müdahale ile olabileceğini açıkça kabul ve ifade edemiyordu.
Birileri onları acaba bu kadar hararetle neden destekliyordu?
Bir büyük devlet bütün ittifak ilişkilerini riske sokarak bize karşı tavır alabilir miydi?
Başarabilseler, Türkiye’de çok şeyi değiştireceklerdi şüphesiz.
Peki bu etkinliğe ulaşmış bir gayretin hedefinin “sadece ahiret işleri” gibi algılanması, herhangi bir dini tarikat ya da cemaatin kutsal marifeti olarak kabul edilmesi mümkün olabilir miydi?
Bu harekete dahil olan nice yetişmiş insan sırf bir vaize duydukları hayranlıkla bu ülkenin kendilerine verdiği bütün makam ve mevkileri, edindikleri kariyerlerini hatta hayatlarını ortaya atabilirler miydi?
En somutu, kendi Meclisini, kendi halkını bombalaması sadece bir “dini inanç”ın sonucudur denebilir m?
İnsanın mantığı kabul edemiyor tabii...
Hayır, bu işi sadece cemaate biat etmek, küçük yaştan yetiştirilme ya da dini inanç meselesine bağlamak yanlış olur, işin arkasındaki temel güdüyü es geçmek -deyim yerindeyse- uzun atlamak olur.
Şimdi o kalkışmaya karşı çıkıp meydan meydan suçlu arayanlar “bu iş tastamam Feto’nun işidir” diyorlarsa, kalkışmaya katılanların salt bir dinsel inançla hareket ettiklerini düşünüyorlarsa, korkarım ki olayın geri planındaki dinamikleri yani onu oluşturan gerçek nedenleri ya gözden kaçırıyorlar, ya görmek istemiyorlar ya da her ihtimale karşı dillendirmek istemiyorlar demektir.
Haydi bir an için bunlar bir cemaatçiliğin sonucudur dediniz…,
Haydi bunların topunu içeri tıktınız, astınız, olabildiğince kökünü kazıdınız, içiniz rahatladı da; arka plandaki asıl olayı dikkate almadınız, umursamadınız;
Yarın Feto’nun yerine Meto, ya da bir başka konu mankeni üzerinden yeni bir olay çıkar ama bu kalkışmaların hepsinin destekçisinin de hedefinin de aynı olduğunu, hepsinin birbirini tekrarlayan “çıkışlar” olduğunu görürseniz ne diyeceksiniz?
Bu işler tarih boyunca hep aynı amaçlarla olmuştur.
Kahramanları değişik kişiler olsa, farklı cemaatler eliyle ve değişik biçimlerde de olsa, bu işler “geri planında” hep aynı amaca yönelik olacak ve bir güçler dengesi noktasına gelinene kadar da olmaya devam edecektir.
Çünkü Türkiye’de “olay”ın gerisindekilerin, o beklenti sahiplerinin bu tür umutlarını “kıracak” bir yapıya henüz kavuşulamamıştır.
Bu iş hele hele tek kutupluluğunu tam kıramamış olan dünyamızda pek kolay olmayacaktır.
Zaten O Feto'cuların yıllardır bilinmesine, tanınmasına rağmen engellenememesi, hatta zaman zaman "beraber yürünmesi" işin arka planındaki asıl gücün hissedilmesinden ama kolay kolay karşı gelinememesinden dolayı değil miydi?
Kendini güçlü sizi zayıf gören emperyalistler; kimi zaman diplomasiyle, kimi zaman vatan hainlerini kullanarak, kimi zaman iç karışıklıklar yaratarak, kimi zaman doğrudan silahlı müdahaleyle bizi kendi çıkarına uygun bir yapıya sokma gayret ve merakından geri durmayacaktır.
İç pazarının genişliğinden stratejik konumuna kadar pek çok özelliği ile tabii ki Türkiye de o güçlü birilerinin iştahını kabartmaktadır.
Mesele, milli birlik olup, dik durup, kolay lokma olunmayacağını gösterebilmektir.
Bizde bu tür kalkışmalar Osmanlı’dan bu yana çok yaşanmıştır.
1909 yılı 31 Martında başlatılan gerici ayaklanması da bunlardan biridir.
Orada da şeriat ileri sürüldü, o tarihlerde arkasında İngiliz emperyalizmi vardı.
İşin değişmeyen tek tarafı, bu saldırıların -diplomatik ya da silahlı- hep emperyalistlerden gelmesi ve her seferinde bizim en yumuşak karnımız olan cemaatleri, şeyhleri, şıhları ve din istismarcılarını kullanmasıdır.
Ve Mustafa Kemal Atatürk... İşte bu tehlikeyi sezdiği içindir ki “laik”liği yeni devletin temel ilkesi saymışken, emperyalizmin ekonomik çıkar amacıyla dürtüklediği bütün kalkışmalar hep “laiklik” karşıtlığından, şeriat özlemlerini yeşertmekten başlamıştır.