“Biz neymişiz be abi” ya da “şimdi bu işin sırası mıydı?”



Mazhar-Fuat-Özkan üçlüsünün söylediği o şarkıyı bilirsiniz mutlaka:
Hani “Peki peki anladık” diye başlayıp sayar döker…
Her şeyden sen anlarsın
İlk önce sen başlattın
En önce sen yavaşlattın
En uzağa sen gittin
En çabuk da sen döndün
En güzel sen gülersin
En güzel yemeği sen yaptın
En güzel kızı sen kaptın
…………
Sen neymişsin be abi…
*
Kimi kısımları örtüşse de, sözler tabii ki bu günkü siyasetimiz düşünülerek yazılmamıştır.
Ama ne yalan söyleyeyim, memleketin durumuna baktıkça hep bu şarkı geliyor benim aklıma.
Örneğin;
“En uzun” olmasa da, “Üzerinde ray döşenmiş olanlar arasındaki en uzun köprüyü biz yaptık…” dendiğinde…
Ne ölçtük, ne biçtik ne de “Guinness Rekorlar Kitabı”na baktık, belki doğrudur ama, mantığa vurunca bu laf bir türlü içimize sinmiyor.
Neden mi?
Çünkü, “en uzun köprüyü biz yaptık” lafını duyar duymaz aklıma hemen şarkının sözleri geliyor ve ister istemez hem halimizi düşünüyorum hem mırıldanarak kendime soruyorum:
“Biz neymişiz be abi…”
*
Bırakalım insana özgü arzuları bir yana, devlet yönetimi açısından siyaset bir “öncelikler”, bir “imkanlarla dengeli yönetim” meselesidir değil mi?
Bir siyasetçinin ülkesi için gönlünden her şeyin “en” büyüğü, “en” iyisi geçer malum…
En büyük hava alanı,
En büyük köprü,
En geniş yollar,
En görkemli binalar,
En… en…. en… en… falan…
Bence olabilir.
Osmanlı zamanında da yapıldığını görmedik mi kendi tarihimizde?
Dolmabahçe sarayı örneğin…
1843’de başlanıp 1855 yılında bitirildi.
Saray 5 milyon altına mal olmuştu, yıllık gideri 2 milyon sterlindi ve içinde 5320 kişi hizmet veriyordu.
Ancak Osmanlı imparatorluğu, o saray daha hizmete açılmadan Londra bankerlerinden borçlanmaya başladı, sonraki 20 yıl boyunca da sürekli yeni borçlanmalara gidildi ve…
1875 sonbaharında moratoryum ilan edildi.
Yani “Allah Osmanlı'ya, Osmanlı alacaklılarına”
Sarayı biz yapmıştık ama para meselesinde “komisyoncu”lara teslim etmiştik ipin ucunu.
Yetmedi,
Bu arada, o parasızlıkta, 1871’de Karaköy-Beyoğlu Tünelinin inşaatına başlandı.
Tünel 1875’de hizmete girdi.
O günlerde memurların maaşlarını ödeyecek para yoktu Osmanlı’da..
Ama yapılan dünyanın ikinci metrosuydu.
*
Galata bankerleriyle birlikte Karaköy-Beyoğlu Tüneli işini kotaran Fransız mühendisi 1976 yılında şimdiki Marmaray’dan bileceğiniz Sarayburnu – Üsküdar arasında deniz altından bir geçit yapmayı teklif etti.
Projenin adı, “Tünel-i Bahri” idi.
Yani deniz tüneli.
Abdülhamit buna evet diyordu ve hesaba göre biz boğazı yaklaşık 140 sene öncesinden denizin altından geçebilecektik ki, 1878 Osmanlı-Rus harbi patladı ve proje ortada kaldı.
İyi ki de kaldı…
Çünkü 9 ay süren harbin sonunda Rus ordusu Ayastefanos’a yani şimdiki “en” büyük hava alanımızın bulunduğu Yeşilköy’e kadar gelmişti.
Bir düşünsenize, o zamanki amansız düşman İstanbul’un dibinde, hatta saraya yürüme mesafesindeyken bizim boğaz altından geçen o tünelimiz hala inşa halinde olacaktı.
Üstelik Rusya bu anlaşmayla Osmanlı’dan 245 milyon altın da savaş tazminatı istiyordu.
Yine Allah'tan araya İngiltere falan girdi, Kıbrıs'ı adamlara kiraya verdik, bir sürü yer kaybettik falan da...
O günlerde bu işler olurken II Abdülhamit kişisel mal varlığı açısından gelmiş geçmiş en zengin padişahtı.
Ama başında bulunduğu devlet hepten borca batıktı, düşman üç adım ötedeydi ve Saray’ın etrafı Galata bankerleri denen tefecilerle çevriliydi.
Ne dersiniz?
Tam da Tünel-i Bahri’yi yaptırmanın sırasıymış değil mi?
Hangi derin devlet düşüncesinin ürünüydü bilemeyiz ama Allahtan bu iş olamadı.
Bir ayrıntı daha verelim: Abdülhamit Tünel-i Bahri’yi yaptıramadı ama savaştan galip çıkan Rusların o savaşta kaybettiği kendi askerleri anısına Ayastafanos yani Yeşilköy’de bir anıt dikmelerine de razı olmak durumunda kaldı.
Ve İşte o Osmanlı’nın borçlarından payımıza düşenin son taksiti, alındığından tam yüz yıl sonra 1954’de Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödendi.
*
Şimdi yapılanlara bakıp da “Sen neymişsin be Osmanlı, bak o koşullarda neler yaptırmışsın, neleri hayal etmişsin” denebilir mi?
Şüphesiz denemez.
Çünkü ekonomi batık durumda, devlet ve millet borç içinde yüzerken her seferinde gidip bir tertip daha borçlanılarak sözüm ona “en” bi şeyler yapıldığında ipin ucunun kaçacağını herkes kendi bütçesinden bilir.
Siz kapınıza alacaklılar dizilmişken, altınıza mahallenin en fiyakalı arabasını çekebilir misiniz örneğin?, hadi çektiniz... ne der el alem?
Siyasette de böyle... çekersiniz ama yanlış olur.
Bu tür hesapsızlıklar devlet yönetimini dengeli olmaktan uzaklaştırır, yapana “iyi ama ya ekonomin, ya borçların, ya halkının geçim meselesi… sorusunu sordurur.
Acısı sonradan çıkar.
Hemen yakın tarihimizdeki Osmanlı buna örnektir.
*
Buradan gelelim günümüze,
2015 rakamlarına göre:
-Türkiye’nin yıllık ihracatı 143,9 milyar dolar iken ithalatı 207,2 milyar dolar.
Aradaki olumsuz fark yani dış ticaretteki açığımız (207,2-143,9=) yılda 63,3 milyar dolardır. Özetle ekonomi sürekli içeri gidiyor
-Kişi başına milli gelirimiz 10 bin doların da altında, 9364 dolardır.
Oysa 2011 verilerine göre bu rakam Almanya’da 44.558, İngiltere’de 39.634 ve fakir(!) komşumuz Yunanistan’da 27.875 dolardır.
-İşsizliğimiz had safhadadır, On milyonu aşkın yurttaşımız ancak devlet yardımıyla geçinebilmektedir.
Belki köprümüz herkesinkinden uzun ama...
Gelirimiz çoğundan kısa…
Hal böyle olunca “en uzunu bizimki” diye öğünmenin bir anlamı olabilir mi?
Ekonomik veriler böyleyken dünyanın “en” ini yapmak tek başına marifet sayılabilir mi?
Belki karşısına geçip geçip “biz neymişiz be abi” diyoruz ama…
Şimdi bu işi bilenlere sorsak; “sırası mıydı?” demezler mi?
Bu tür "icraat"ın bedeli, belli ki gelecek nesillerin cebinden taksit taksit çıkmayacak mı?