Memleketin denizini, güneşini, manzarasını bile satamıyorsak
nasıl dönecek bu çark?



Bir kere bizim “memleket” çöken bir imparatorluğun külleri üzerine kurulmuş,
Sermaye birikimi yetersiz.
Bütün gayret “öbür dünya”nın nimetlerine yönelik olduğu için; bu dünyanın ekonomisinden başka bilim, eğitim, sanat işlerine de ilgisiz kalınmış;
ARGE denen “araştırma-geliştirme” çalışmaları diğer ülkelere göre “hiçbir şey” ölçülerinde, hatırlarsanız o TÜBİTAK 4006 Bilim Fuarları Projesi kapsamında geliştirilmiş “Kabenin etrafında dönen robot” projesini değil mi? Yani bilimsel eğitim Allaha emanet…
İç pazarı bile kaptırmışız; kol saati Afrikalılardan, beş liralık şemsiyeler Çin malı değil mi? O çok önemsediğimiz konfeksiyon sektöründe bakın bakalım pantolonlar nereden geliyor? Nerede kaldı ki dış pazarlarda hükmümüz geçecek,
Ne üreticide “geleceğe” güven var, ne tüketicide; milletçe yarınımızın ne olacağını endişeyle bekler olmuşuz…
Dolayısıyla bu “memleketin ekonomi çarkını” döndürmekte sıkıntı büyük.
Bütün bunların üzerine koy Ortadoğu yangınından kaçıp gelen ve hala gelmekte olan milyonlarca aç sefil insanı,
Ekle hepsinin üzerine bitip tükenmeyen askeri harcamalarımızı,
Bir de 80 milyona yaklaşan, hatta “vatana hizmet” tertibinden sayısını arttırdığınızda üzerine çocuk parası verilen nüfusu… Bu ülkede nasıl dönecek ekonominin çarkı?
Nasıl artacak kişi başına düşen milli gelir payı?
Hadi üretemedik, üretemeyince “borç-harç” dışarıdan alıp yedik,
Olmadı bir türlü, olmayan üretimi satamadık,
Peki hiç olmazsa dağını, denizini, güneşini, manzarasını; yani atalardan kalan, “ecdad yadigarı” sahibi olduğumuz bu memleketin “doğasını” –tapusunu vermeden- satarak bir şeyler yapamaz mıydık?
Yani turizmden para kazanamaz mıydık?
En başta turizmcilerimizin feryatlarından belli ki kazanamıyoruz.
Bir yanlış uygulamayla; yabancıya arsa, arazi, daire satışı dışında var mı bu konuda memleketin doğasından elde edebildiğimiz hatırı sayılır bir gelirimiz?
Yok!
*
Durum ne özetle?
Türkiye, yukarıda sayılan pek çok zaafına karşın önceki yıllarda yine de turizmden üç beş kuruş kazanıp dış ticaretten doğan açığını “daraltmaya” merhem olan bir gelire sahipti.
Bakınız bu gelir yıllar itibariyle ve geriye doğru şöyle:
2015: 31,4 milyar dolar
2014: 34,3 milyar dolar
2013: 32,3 milyar dolar
2012: 20,0 milyar dolar

2010: 24,9 milyar dolar
2005: 20,3 milyar dolar
2001: 10,4 milyar dolar
“Bu paralar ne anlama geliyor” derseniz bir iki kıyaslamayla gözümüzde canlandıralım:
Boğaziçi (birinci) köprü 21,7 milyon dolara mal olmuştu.
İkinci köprü 125 milyon, Üçüncü köprü 3 milyar dolara yapıldı.
Tekel’in alkollü içki bölümü 17 fabrika, hammadde stoku ve varlıklarıyla, 2004 yılında 292 milyon dolara “elden çıkarıldı”.
Tüpraş’ın satış fiyatı 4,1 milyar dolardı.
İhalesi bu aralar yenilenecek olan “para basan kurumumuz” Milli Piyango için bir önceki ihalede alınan en yüksek teklif 2,7 milyar dolardı.
Özetle, ülkenin turizm gelirleri ile karşılaştırıldığında bu koca koca kurumların satış bedelleri bile “çerez parası.”
Şimdi gelelim sadede…
Her türlü politikasızlığa, yetersizliğe rağmen son zamanlara kadar yılda yaklaşık 30 milyar dolar döviz girdisi olan bu sektör şu anda ve sadece” bir yıllık kaybıyla” kaç köprü, kaç Tüpraş rafinerisi, kaç Tekel, kaç Milli Piyango İdaresi parası kaybediyor ve daha yıllarca da kaybedecek, farkında mısınız?
Oturun yukarıdaki rakamlarla kıyaslayın:
Bakın bakalım; turizmdeki sadece yüzde ellilik bir fire bile nelere mal oluyor…
Üstelik ülkenin tanıtımı, iyi ilişkilerin geliştirilmesindeki kayıplar gözlerden ırak.
*
Peki bu kaybı giderecek bir gayret, bir düzelme ümidi var mı?
Bunun yanıtını herkes kendince versin, ben sadece bir Napolyon fıkrasını hatırlatmakla yetineceğim:
Ünlü komutan generallerini toplayıp sormuş:
“Söyleyin bakalım savaşı neden kazanamıyoruz?”
Saymaya yeltenmiş biri; “Efendim onlarca sebep var… birincisi barutumuz kalmadı…”
Napolyon atılmış; “Tamam” demiş sus; gerisini saymana gerek yok. “Barut yoksa zaten bir şey yapamazdınız”.
Öbürleri gelir geçer de, asıl mesele şu:
Türkiye’nin, farklı insanlara ve bu arada turiste hoşgörüsü kalmadı biliyor musunuz?
Gaziantep’te uzak doğulu turistlere yapılanı televizyonlarda izlemişsinizdir. Daha geçtiğimiz yazın ortalarında sakallı bir ihtiyar “turistlerin peşinden koşarak “Defolun gidin buradan, yallah…. Ahlaksız adamlar… Siz Müslümanları Hristiyan yapıyorsunuz yaa imansızlar!” diyordu.
Diyor ve o saldırgan gruptan birinin de “Gavur oğlu gavurlar sizi” dediği duyulmuyor muydu?
Ne oldu?
Cümle alem bu haberi duydu da; Turizmimizin “bakanı” ya da en azından Gaziantep Belediyesi, veya valisi çıkıp da bu saldırıyı kınadı mı?
Hiç olmazsa turistik endişelerle “Bu iş bizim geleneksel misafirperliğimize sığmaz”, “hoşgörümüze uymaz” “herkesi inancı, yaşantısı kendine” falan dedi mi?
Demedi.
Turizmin en olmazsa olmazı ”hoş görü”dür.
Siz “hoş” görülmediğiniz, üzerine bir de “hor” görüldüğünüz yere gidermişiniz?
Neme lazım, bir de dayak yemek var işin içinde değil mi?
Siz gitmezseniz turist hiç gelmez.
Sorsanız," turist gelmiyor çünkü bizde savaş var bu ara" denilecektir.
Sonunda bir gün savaş da biter.
Ama ne yazık ki “hoşgörüsüzlük” kalıcıdır.
Kadının giydiği şorta, sokakta gezmesine karışırsanız, adamın içkisine karşı çıkarsanız gelmez…
O gelmeyince de her yıl ortalama bir “on beş milyar dolarınız” uçar gider.
Haydi milli sermayemiz zayıftı, coğrafyamız sıkıntılıydı…
Gelecek turiste sadece bir hoşgörü göstermenin zorluğu neredeydi peki?
O hoşgörüyü gösteremeyenler, bütçeyi denk getireceğiz diye haraç mezat satılan milli servetten, parasızlıktan yerli-yabancı özel sektöre “sen yap sen işlet biz müşterin olalım” diye devredilen işlerden, kapı kapı dolaşıp dış borç aramaktan dolayı daha mı mutlu oluyorlar bu durumda?
Bu memleketin dağını, denizini, güneşini, manzarasını satmanın ön koşulu bir “hoş görü”yü bile gösteremeyenler ve bu tür olayları hiç yadırgamayan, dur diyemeyen “politik-acı”larla turizm politikası ne kadar başarılı olabilir?
Her şey bir yana, Napolyon’un “barut”u gibi bizde de “hoşgörü” bitmişse turizm savaşı kazanılabilir mi?
Kazanılsa kazanılsa “savaş turizmi”nden bir şeyler kazanılabilir belki.
Malum, Dünyanın her yerinden Ortadoğu’yu karıştırmaya gelen eşkıya genellikle Türkiye üzerinden geçiyor ve birkaç gün de olsa bizde konaklıyor ya!