Her şeyi anlamamız şart mıdır?

Ne hikmetse yönetenler yönetilenlerin her şeyi anlayıp öğrenmesini istemezler.
Bunun için de bazı şeyleri anlatır gibi yapıp anlatmamaya, söyler gibi yapıp söylememeye büyük özen gösterirler.
Özellikle bu işi kıvıramadıkları zaman…
Örneğin, “ben bu işi herkesten iyi yaparım” deyip herkesten kötü yapanların yapabileceği en iyi numara, yönetilenlerin anlamadığı bir dille, sözde anlatıyormuş gibi yapmak ve ne kadar da iyi bir şey yaptığını bu işten pek fazla anlamayanlara ya da işine böyle gelenlere onaylatmaktır.
Hatta bunu daha profesyonelce yapanlar araya yabancıların değerlendirmelerini de katarlar.
Malum, Türkiye’de hemen herkesin görüp fikrinin olabileceği bir konuda, İstanbul’da tek başına yola çıksa otelini bile bulamayacak olan bir yabancı uzman (!) siparişe uygun olarak söyleyince daha makbule geçer.
Bu durum, özellikle memleketin ekonomisi, vergi düzeni gibi konularda daha fazla görülür.
Yukarıdakilerin tersine, topluma bazı şeylerin “yanlışlığını” anlatma gayretinde olanların ise olabildiğince yalın bir dil kullanıp, halkın kendi yaşamından örnekler vermesi gerekir.
Bu yalınlık, kullanılan günlük dil, sıradan örnekler, hiçbir zaman bilgisizlik ve yüzeysellik değil, aksine bir şeyleri karşıdakine daha iyi anlatabilmek için olması gereken anlatım becerisidir.
Mevlana Celaleddin-i Rûmî
“Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır.” der.
Bu sözün yüzyıllardan bu yana anılagelmesi boşuna değildir.
***
Türkiye’de “Ben bu işi herkesten iyi yaparım” denip de becerilemeyen önemli işlerin başında durumu yabancı lafıyla değerlendirmenin yararlı görüldüğü “ekonomi yönetimi” gelir.
Olaya kendi gözlükleriyle bakan yabancılar bir ara, şimdi hiç de hayırla yâd edilmeyen geçmiş maliye bakanlarından birini “Avrupa’nın en başarılı bakanı seçmişlerdir de bereket aradan bir iki ay geçmeden görevden alınmıştır.
Oysa o tarihlerde de bu günlerde de, ne merkezde ne de yerel yönetimde parasal konularda başarılı bir tablo yoktur.
Bunun aynası, ortalama insanların, piyasanın ve esnafın halidir.
***
Türkiye’de devletin, yönetmek ve içinden belirli bir pay alabilmek için denetim altına almak istediği ekonomi, yarı yarıya kendi başına buyruk gitmekte kimin ne yaptığı, ne kazandığı ya da ne kaybettiği konusunda sağlıklı bir kayıt düzeni bulunmamaktadır.

Diğer taraftan, Türkiye’yi yönetme konusunda görev almış olanlar, “Ben bu işi herkesten iyi yaparım” dedikleri halde, işi iyi kötü denetim altında tuttukları kesimlerden ya da olaylardan elde ettikleri vergi ve benzeri parasal kaynaklarla da döndüremedikleri için sıkıntıya düşmüşlerdir.
Buradaki başarısızlıklarını açıkça söyleyemedikleri için de, bir taraftan başarısızlığın faturasını “kayıt dışındakilere” yıkmaya çalışmakta, diğer taraftan, buna rağmen işlerin çok iyi gittiği yönünde, çok da anlaşılamayan kavramlarla, sözüm ona bazı “açıklama”lar yapmaktadırlar.
Bu, geniş topluluklarca çok iyi anlaşılamayan, ama başarı anlamında kullanılan açıklamalardan biri de “Sürdürülebilir borçlanma” dır.
Sürdürülebilir borçlanma ne demektir?

İlk bakışta “Sürdürme başarısı göstermek” gibi olumlu bir anlam taşıyor değil mi?
Yani yönetim borçlanmayı sürdürebiliyorsa başarılıdır anlamında.
Zaten geçtiğimiz yıllarda yapılan ve söylenen de odur.
Peki “sürdürülen” nedir?
O herkesin beklediği “kalkınma” falan mı?
Hayır, “Bakın bize hala borç verenler var, kredimizi tüketmedik” anlamında bir söz.
Yani, borçlu yaşamak bizim kaderimiz de, “Merak etmeyin batmıyoruz – Yola devam edebiliyoruz”
Peki, affedersiniz ama bu beyler yönetime getirilirken memleketin kalkınması, onun bir göstergesi olan borçların azaltılması mı umuluyor ve isteniyordu yoksa hala borç bulabilmeyi başarı sayan bir yönetimle yönetilmek mi?
Memleket batmasın ama boğazına kadar borçta yüzsün, biz de adam başına payımıza ne kadar faiz yükü düşüyorsa ödeyelim demek için mi?
Bakın bu işlerin patronu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Babacan bu konuda ne diyor:
“Artık Türkiye, bundan sonraki dönemde borç sürdürülebilirliği noktasında tartışılan ülkeler grubundan tamamen ayrılmış durumda, kendi içinde farklı değerlendirilen bir ülke durumuna geldi.” -14 Nisan 2010, Çarşamba, Milliyet.com.tr-
Yani, “bu güne kadar acaba borcunu ödeyebilir mi ödeyemez mi noktasında tartışılan ülkelerdendik, şimdi bu durumdan kurtulduk” diyor.
Kurtulduk mu gerçekten?
Ortalama halkımız, işsizimiz, emeklimiz, esnafımız siz ne dersiniz?
Geliriniz günden güne artıyor, işiniz açılıyor mu? İşsizlik tarihe mi karışıyor?

Biz dün de bu işlerin yürümediğini söylüyorduk, bu gün de.
Görüyorsunuz “bundan öncesi”si hakkında Sayın Babacan da bizimle aynı düşünceye geldiler.
Bir ihtimal, yarın “Bundan sonrası”nda da bizimle aynı düşünceye gelirler.
Ama siz onlara bu günden sorsanıza
bu sürdürdüğünüz “sürdürülebilir borç” düzeni, yoksa “uluslararası para babalarına para yetiştirme düzeni” mi?