Şu İstanbul Boğazının suları
üstten başka tarafa akar, alttan başka tarafa


Boğazın sularındaki “ters” akıntıları bilir misiniz?
İstanbul Boğazında denizin suyu üstten Karadeniz’den Akdeniz’e doğru akar,
Alttan da Akdeniz’den Karadeniz'e…
Yahu o taraf da deniz, bu taraf da; oradaki de su, buradaki de deyip akıntıların durmasını ya da en azından sadece bir taraftan diğer tarafa akmasını bekleyebilir misiniz?
Nedenini bilmezseniz, boşu boşuna beklersiniz belki de…
Ama bu sefer de denize düştüğünüzde hesapta olmayan bir taraflara sürüklenirsiniz.
Akıntıların tabiatını bilmek gerek.
Karadeniz’in suyu, seviyesi yüksek olduğu için Akdeniz’e akarken; Akdeniz de, daha tuzlu olduğundan alttan altta Karadeniz’e akar.
Bu durum o suların kendi kanunudur.
Ne yapsan durmaz. Başkalarının lafına hiç uymaz.
Dolardı, avroydu, liraydı dediğimiz para piyasası da aynen boğazın suyudur.
Kendi tabiatı nereye gitmeyi gerektiriyorsa o tarafa doğru akar gider.
Öyle “dur” falan demeyle de önüne geçilebildiği görülmemiştir.
Kendinden başkasını dinlemez pek.
Zaten laf dinlemek ne ki, büyüklerimiz daha ilerisini görüp “sermayenin dini imanı olmaz” dememişler mi?
*
Üç tarafı denizlerle çevrili ve Akdeniz üzerinden yer kürenin bütün okyanuslarına açılan ülkemizin para piyasası da aynı kurallara tabi değil midir?
Baktı ki bu tarafta seviye düşük, cazibe bu tarafta, bu tarafa akar…
Baktı bu taraf fazla tuzlu, o tarafa akar.
Hatırlarsınız, bu memleketin kimi malları ve kimi işlerin yapılması, özelleştirme diye satılığa çıkarıldığında “Bakın bu iş size iyi para kazandırır” diye müşteri aranıp arabından İngilizine kadar pek çok “sermayedar”a verilmişti ve bunlardan bir kısmı da “çok stratejik” işler olmasına rağmen yapılan itirazlar “paranın dini, milliyeti olmaz” babalar gibi satarız diye reddedilmişti.
Hatta hatırlarsınız, İstanbul’un bir kısım vapur işlerinin nasıl ihale edileceği konusu, sermayesi Yunan kilisesine ait olan bir finans kurumunun danışmanlığına verilmişti ve siz söyleyin biz öyle yapalım denmişti.
Peki, ya bizim sermayedarlara ve sermayeleri dışarı giderken bir şey söylenebilir mi?
Söylenemez.
Nitekim onlar da gittiler büyük tantanalarla bir zamanlar...
Hatırlayın, Türkiye’de konfeksiyon kota sıkıntısına düşünce, bu işin kimi patronları buralardaki işlerini, işçilerini yani "Türk konfeksiyon sektörünü" kendi başına bırakıp “oralarda üretir oradan satarsak "patron olarak" daha çok kazanırız” deyip Bulgaristan’a da gittiler Mısır’a da…
Ve bu işin başını Türkiye ihracatı ile ilgili bir işveren örgütü çekti.
Anlaşılıyordu ki, mesele Türkiye’nin konfeksiyon ihracatından çok “sermayedar”ların bu işten nerelerde daha çok kazanabilecekleriydi.
Kimse bu işlere bir şey demedi.
Yadırganmadı da.
Para onlarındı.
Bu düzende “gitme, memlekete çalış" denmesi de beklenemezdi.
*
Türkiye, uzunca bir süre dünyadaki para bolluğu dolayısıyla bir bahar yaşadı.
İstendikçe veriliyor, “gel” dendikçe geliyordu paralar.
Niye gelmesin?
Para, hele bir de Dünyanın sıcak parası ise, kazancın ya da faizin daha yüksek olduğu yere koşa koşa gelmez mi?
Yıllar boyu geldi.
Hiç kimse de “Ey yabancılar, ey sıcak para, ama çok kazanıyorsunuz” “faiziniz de yüksek” demedi.
İç piyasayı altın tepsilerde sunduk, borçlandık, borçlandık, çok da hoşlandık.
Hatta bir eski siyasimiz “Borç para adama verilir” derdi.
Yıllar boyu bu paralarla bir tüketim cennetine dönüştü Türkiye.
“Eskiden bunlar var mıydı?” lafı dillerden düşmedi.
Doğrudur.
Eskiden bunlar yoktu pek ama, ne bu sıcak para vardı ne o sıcak paranın bir gün geri gideceği, giderken pahalılanacağı ve ekonomiyi yakacağı ihtimali de…
O sıcaklıklar ekonominin üretkenliğini, milliliğini de eritip yok etti zaman içinde.
Ve geldik bu güne…
*
Şimdi Türkiye’den dışarıya doğru ciddi bir para çıkışı var.
Sermaye bu; seviyeyi mi beğenmedi, memleketin tadı tuzu mu değişti, onu kendileri söylesinler…
Ama tabiatının gereğini yapıyorlar şüphesiz.
Bir de içeriye çağırılan para…
“Gelin, nereden bulduğunuzu sormayacağız, kim olduğunuzu, ne işlerden kazandığınızı araştırmayacağız” yani “cezadan da vazgeçtik” hiç bir şey olmayacak diyoruz.
Tutar mı?
Neden tutmasın, boğazın alt akıntıları gibi bu da bir cazibe, bu da sermayenin tabiatına uygun.
İşine ve hoşuna giderse gelir.
Gelen ile giden bir arada olunca da memleketteki su seviyesinin ne olacağı tabii ki baştan belli olamaz.
Tam da zorlu bir havuz problemi.
Ancak yaşayıp yaşayıp göreceğiz sonucu.
“Sermaye” acaba; Körfezde, Afrika’da, uzak doğuda, Asya’da, Avrupa’da ve Amerika’daki halen bulunduğu ortamı mı tercih edecek yoksa bizim bu günkü şartlardaki ekonomimizi mi?
Hele biz bir “af” çıkaralım da.
*
Bu arada başka beklentiler de var tabii..
Bunlardan en yaygını, “gamsız vatandaşlarımız”ın tavrı:
Bu işlerin sermayenin tabiatından değil de memleket düşmanlarının bozgunculuğundan kaynaklandığına inananların beklentileri.
Onlara göre “dolar yükselmekle bir şey olmayacak”.
“Aşarız evelallah”…
Peki aşalım aşmasına tabii ama bir düşünelim bakalım:
Türkiye;
- Dış borçlarını öderken,
-Dışarıya çıkan sermaye döviz toplarken,
-İthalatının ihracatla karşılanamayan üçte birini kapatırken,
-Doğal gazı, petrolü, hammaddeyi dışarıdan tedarik ederken,
-Uçaklar, yabancı otomobiller alınırken,
Yerinde durduğunu sandığı Türk Lirası ile değil de, o her gün yükselen dolarla, avro ile ödeme yapmayacak mı bu memleket?
Bunlar yükselirken; bindiği dolmuş, yaktığı elektrik, içtiği su, yediği ekmek, kullandığı çin malı şemsiye, yabancıların eline teslim ettiğimiz sigarası, ilacı o dolar ile birlikte pahalılanmayacak mı?
Hükümetin kendisinden istediği vergiler artmayacak mı?
Tabii ki artacak.
*
Peki, ya paraları dolara-avroya değil de altına yatırırsak?
O da olmaz.
Çünkü karşımızdaki mesele paranın nereye yatırıldığı değil, “Türk Lirasından kaçıldığı”dır.
Dolara, avroya, rus rublesine, hint rupisine… ve aynen bunlar gibi el değiştiren paralarla dünyanın bütün denizlerini dolaşabilen altına da “yatırsan” aslında yaptığın sadece kendi parandan kaçmandır, paranın değer düşüklüğünden çekinmendir.
“Dövize kaçma, altına kaç” demek aslında “Türk lirasından kaç” demek değil midir?
Oysa bizim meselemiz dövizin değerini düşürmek gibi görünse de özünde Türk lirasından kaçışı önlemek değil midir?
Üstelik, bu kaçış dövize doğru olduğunda o döviz yine Türkiye’deki bankalarda ve dolayısıyla ekonomide kalır da, altın olup kolda bilezik, gerdanda beşibiryerde olursa ve geleneği dolayısıyla daha çok yastık altında saklanırsa fiilen milli ekonomiden çektirilmiş, zaten düşük olan milli tasarrufumuzun bir kısmını daha yastık altına sokulmuş olmaz mı?
Hasılı kelam;
-Bizdeki sermaye kıtlığı, dış ticaret açığı ve borçlanarak tüketme alışkanlığı,
-Sermayenin kendini sağlam limanlara atma duygusu,
-Dünya’da ve daha çok orta-doğu’da başlayıp bize bulaşan olaylar sürdükçe;
-Ülkeye önce siyası sonra ekonomik sükunet gelene kadar;
Denizler arasında alttan üstten daha çok akıntılar olur, anaforlar oluşur, bu durumlar daha çok da sular kaldırır.