Herkesin cambaza baktığı Türkiye ve
yakında bizde de atları vururlar mı?


Ekimin 21’i Amerika’nın “Kara Perşembe”si olarak hatırlanır.
Borsa çökmüş, şirketler batmış, insanlar işsiz kalmış ve uzunca bir sefalet dönemi başlamıştır.
Etkisi yıllarca, İkinci Dünya Savaşına kadar sürer.
Şu ünlü 1929 krizi.
Bu krizin nedenleri arasında, şimdi bizde zülfiyare dokunacak çok şey de vardır,
konuyu dağıtmamak için oralara girmeyeceğiz ama;
Olayın başlangıcı nasıldır bilir misiniz?
“-Haddinden fazla büyümüş olan “emlak balonu”nun patlamasıyla…”
*
O dönemlerde güzel yolları, yumuşak iklimi ile keyifli bir yaşam bölgesi olan Florida’da pek çok lüks konut yapılmış, bu işe büyük paralar yatırılmıştır.
Ama o eğilim “bu iş çok kazandırıyor, biz de girelim, biz de kazanalım” düşüncesiyle oldukça yaygınlaşınca, konut sektöründe -stok fazlası anlamında- büyük bir “balon” oluşturmuştur.
1928’in Eylülünde, bir doğal afet yaşanır. Florida’da bir büyük kasırga kopar.
Binlerce ev yıkılır, tekneler batar, yüzlerce insan ölür.
Bu müthiş doğa olayı, yıktığı binalarla birlikte, “tarihe geçecek bir kıvılcım” olmuş, ekonomideki “bir gün kopması mukadder olan” o saadet zincirini de koparmıştır.
Böylece, ekonominin dinamosu, halkın tasarruflarının yöneldiği, yöneltildiği bu spekülatif sektörde satışlar durunca bütün Amerikan ekonomisi krize girer.
Sadece Amerikan ekonomisi mi?
Kriz İngiltere, Almanya derken bütün ülkelere yayılır, hatta bizi bile etkiler ve “mala mal” rejimine geçilir.
Olayın büyüklüğünü siz hesaplayın;
Dünya‘daki ticaret hacmi yüzde 35-45 dolayında düşer.
4000 kadar banka batar, sanayi tümüyle çöker, insanlar sefil olurlar.
1969 yapımı “Atları da vururlar” filmi, bizim TV’lerde çok “kullanılan” sade suya tirit yarışma(!) türü bir dans yarışması üzerinden o kriz günlerini, o günlerin çaresiz insanlarını anlatır.
Tabii o insanların çaresizliğini kendileri için kazanç kapısına çeviren acımasız ticaret erbabını da.
İnsan bu olayın günümüz Türkiye’sindeki benzerliklerini görünce irkilmeden edemiyor.
Pencereden görünen, bir yerlere gelip giderken etrafınıza baktığınızda her yer inşaat değil mi?
Sözüm ona city’ler, rezidanslar, plazalar, tower (kule)ler ve özentili, garip garip isimli bir sürü yüksek binalar topluluğu.
Televizyon ekranında, gazete sayfalarında hep onlar...
“Demek kazandırıyordu ki yapılıyor, millet de alıyordu” denecektir.
Doğrudur.
Zaten olayı bir saadet zincirine dönüştüren de bu durumdur;
Devletin, belediyelerin, şehirlerimizin katledilmesine bile aldırmayarak, bir türlü “buraya kadar” demediği için, lüks konut inşaatının satıcısı ve alıcısıyla ülkede bir furyaya, bir dizginlenemeyen akıntıya kapılmış olmaları…
Tıpkı bir zamanların “Florida rüyası”nda yaşandığı gibi…
Peki, bir ekonomi açığını dışarıdan borç harç aldığı sıcak para yani nerede iyi faiz varsa anında oraya kayan “döviz”le kapatırken bu “ödünç yabancı para”ların tarıma, sanayiye, eğitim ve araştırmaya değil de yaygın biçimde lüks konuta, alışveriş merkezlerine yatırılması ne kadar akıllıca?
Hükümetin ve yerel yönetimlerin bu işe dur dememesi, hatta gelinen bir noktadan sonra “devam”ını şart olarak görmesi, sonuçta bir Florida kasırgasının, bir “Kusursuz Fırtına”nın nasıl da bize doğru yaklaşmakta olduğunun göstergesi değil mi?
*
Bir ara bu “Baştankara gidiş” anlaşılır gibi oldu bizde bilmem hatırlar mısınız?
Sektörün önde gidenleri, geçtiğimiz yıllarda konut stokunun yani yapılmış ama satılamamış konut sayısının 800.000 sayısına ulaştığını; müteahhitlerin, satamadığı bu konutların yarattığı parasal açığı kapatmak için biri bitmeden yeni bir “proje”yi satmaya, oradan para toplamaya başladığını söylüyor ve sıkıntılarını dile getiriyorlardı.
Projeden, daha doğrusu “maketten” satışın bir gün gelip büyük açmazlara, bataklara yol açacağı, bunun sektörde krize yaratacağı ileri sürüldü ve yasaklanması istendi.
Bir de 2013'de vergisel tedbir alınarak “filan tarihten sonraki projelerde” Katma Değer Vergisi yüzde 18’e yükseltildi, ve eski projeler bunun dışında dendi.
Hani devlet depreme karşı konutların yenilenmesini, halkın daha sağlam ve güzel konutlara kavuşmasını teşvik ediyordu?
Peki, bu neydi?
Bu sefer de fiyatları üzerine KDV eklenerek vatandaşa sağlam konut edinme işi devlet eliyle pahalılaştırılmıyor muydu?
Bu, açıkçası “eldeki stoklar eriyene kadar yeni projeye girilmesin yoksa batacağız” anlamına geliyordu.
Ama galiba bir noktadan sonra da artık bu işten dönüşün daha kötü olacağı hesabı yapılarak inşaata yeniden gaz verildi.
Satışlar yetmedi, büyük kamu inşaatlarına girişilerek bir anlamda sektör seruma bağlandı.
Yanlıştı tabii… Çünkü “zararın neresinden dönülürse kardır” demek yerine, “Gittiği kadar gitsin, durursa düşeriz” denmişti.
*
Çok mu karamsar bakıyoruz meseleye?
O zaman hesabını siz yapın, kararı siz verin:
-Bizden ve kısmen dünyadan kaynaklanan ekonomik krizin esintilerini bayağı hissediyoruz artık değil mi?
-Türkiye’nin yapısal sorunu olan tasarruf düşüklüğünü, sermaye yetersizliğini de biliyoruz.
-Türk lirası değer kaybederken dövizin ne kadar değerlendiğini ve her mal gibi “kıtlaştıkça daha da değerleneceğini” de…
Bakın şimdi yine televizyonlara, açın gazete sayfalarını ve inceleyin çarşaf çarşaf ilanları bakalım; o rezidanslar, plazalar, towerler, city’lerde saunalı, yüzme havuzlu, spor salonlu inşaatlardaki daireler peşin paralı alıcı bulunmayınca tam sayfalarca ilanla, özel eklerle ve hangi vadelerle pazarlanmaya çalışılıyor?
-Yüzde üç-beş peşin, gerisi 60 ay? 120 ay?
Yani 5 seneden başlayıp 10 seneye kadar uzanan, daha doğrusu uzatma ihtiyacı içinde kalmışların “finansman” imkanlarıyla değil mi?
Peki ya onlar kimin sağladığı finansman imkanıyla?
Müteahhidin bu kadar bekleyecek finansman imkanı var mı?
-Yok, o zaten başından beri bankaya borçlu. Çünkü "su akarken dolduracaksın" "bu milletin yuvasını yapacağız" deyip öz sermayesinden büyük işlere girmişti.
Müteahhidin yoksa bankanın var mı?
-Onda da yok? O da hesabını bu saadetin süreceği üzerine yapmış, müşterisinde öz sermaye, kurumsallık aramadan, makro dengelere aldırış etmeden yaradana sığınıp bu pazara dalmış ya da "daldırılmıştı"
Peki ortada böyle bir “finansman” olayı varsa “nereden geliyor bu değirmenin suyu” ya da “nereye gidiyor bu 10 seneye kadar varabilen işin ucu” diye düşündünüz mü hiç?
Açıktır ki; konut alıcıları müteahhide, müteahhit bankaya, banka da küresel sermayeye yani dünyanın bu işkilli ortamında hangi şartlarda hangi sıcak para sahibini ve hangi faizle ikna edebilirse oraya.
Ve tabii ki o arttık yastık altlarında aramaya başladığımız dövizle borçlanarak.
Ve bir taraftan da diyoruz ki; “dövize tamah etmeyin”
Tamam, edilmesine edilmesin de;
Bakın 2016 Kasımı itibariyle son 12 ay dış ticaret açığımız 56,6 milyar dolardır.
Haydi İsmet Paşa devrini andıracak bir mal sıkıntısı olmasın, halkımız iyi şeylere layıktır dedik bir kere diye, ihracat gelirimizi yüzde elli oranında aşan bu ithalat giderlerimiz için borç harç ya da satıp savıp bir şeyler yapacağız, bu siyasetin gereğidir diyelim;
Peki;
-Şu faizi de düşürülerek hala 10 yıla kadar tam gaz kredilendirilmeye çalışılan inşaat sektörüne,
-Bize böylesi yakışır diye dış kredi gerektiren milyar dolarlık mega projelere,
-Köprüden geçilsin-geçilmesin bunları “yapıp işleten”lere ödenen ve tabii ki o “hasılatı” toplayıp giderken döviz olarak yurt dışına götürenlere,
-Petrole, doğal gaza, artık kolayca satın alabildiğimiz ithal otomobillere nasıl para bulabileceğimiz konularında “yastık altını yoklamak” dışında bir politika geliştirebiliyor muyuz?
Siyasetimiz, siyasetçilerimiz böyle fırtına öncesi bir ortamda hala neden ortaya makro ekonomik dengeleri düzeltecek, hatta bir zamanların "anayasa fırlatması" gibi olmadık bir olayla karşımıza çıkabilecek durumlara karşı çalışmalar yapmak yerine kendisi de cambaza bakmaya devam ediyor?
Bu gidişe ciddi biçimde el atılıp düzeltilmedikçe, ansızın patlayabilecek bir “Kusursuz Fırtına”nın bizi en azından bir on seneden önce ayağa kalkamayacak şekilde yere sereceği yaşanmış örneklerinden belli değil mi?