EKONOMİYE
CİDDİ BİR OPERASYON YAPILMASI GEREKİYORSA
İŞE NERELERDEN BAŞLAMALI?



“Jeoplitik durum”un ne olduğunu bilirsiniz.
Derler ki, “Bir ülkenin kaderini belirleyen, onun jeopolitik durumudur.”
Öyle ya;
-Eğer bir yanın Asya, öbür yanın Avrupa ve senin yurdun bu ikisi arasındaki doğal köprüyse,
-Eğer bu köprünün Asya ayağının hemen dibinde zengin petrol ve doğalgaz yatakları varsa,
-Dünyanın önemli enerji bağlantıları senin ülkenden geçmek durumundaysa,
-Eğer bu köprünün iki ayağında birbirinden çok farklı dinsel, etnik, kültürel farklılıklar varsa,
-Bu iki yakanın gelişmişlikleri birbirlerinden hayli farklıysa;
Ve henüz kibarca “Gelişmekte olan” denen o gelişmemiş ülkelerdensen,
Dünyanın bu “kurtlar sofrası” düzeninde “sürekli çalkalanmak” senin kaderindir artık.
Bu çalkantı bir biçimde durdurulabilir ve o fırtınalar denizinde; sağlam, sağlıklı bir yere tutunulabilir mi?
Bu koşullarda kolay bir şey değil tabii…
Ancak; çok doğru bir vizyon, güçlü bir liderlik ve uygun konjonktür olunca bütün bu zorluklara karşın yine de bir şeyler yapmak mümkün.
Nitekim, üstelik şartların en olumsuz olduğu bir dönemde biz Türkler, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde, bunun “olabileceğini” göstermedik mi bütün dünyaya?
Ama bütün bunların her zaman bir araya gelmesi o kadar zor bir olasılık ki…
1916-1922 yılları arasında İngiliz Hükümetinde Başbakanlık görevini üstlenmiş olan İngiliz siyasetçi Lloyd George’a atfedilen bir söz tam da bunun delili:
“İnsanlık tarihi yüzyılda bir dahi yetiştirebiliyor. Şu talihsizliğimize bakınız ki Küçük Asya’da çıktı. Hem de bize karşı.. Elden ne gelebilirdi?”
Burası güzel…
Ama işin kötü tarafı bu tür liderlikler de sonuçta o insanın ömrüyle sınırlı.
Ve ne yazık ki, bu coğrafyalarda böyle liderler çıkmadıkça ya da çıkanların ömürleri kurdukları düzeni yerleştirmeye, kalıcılaştırmaya yetmediği her zaman, bizler bu “çalkantı”lı kaderimizle cebelleşmek durumundayız.
*
Siyaset çalkantılı olur da ekonomi kendisini bu çalkantıdan uzak tutabilir, koruyabilir mi?
Tarihin geniş penceresinden bakıldığında ekonominin de kendini koruyamadığı görülüyor…
Çünkü tavuk-yumurta örneği; ekonomi siyasetten, siyaset de ekonomiden etkilenmekte sürekli.
Şimdi kendimize soralım bakalım:
“-Türkiye bu günlerde siyaseten büyük bir çalkantının içinde mi?”
Tabii ki evet.
Baksanıza, bırakın Dünya dengelerinin ağır toplarıyla sürekli gel-gitli ilişkilerimizi, komşu ülkelerle olan siyasi ilişkilerimiz bile nerdeyse her an çalkalanıyor.
Dolayısıyla dış ticaretimiz, ona bağlı olarak üretimimiz, ona bağlı olarak iş-çalışma hayatımız, mevzuatımız, bütçemizin ihtiyaçları, dolaylı-dolaysız vergilerimiz… sokaktaki sayıları en az 3 milyondan başlayan zorunlu misafirlerimizle değişen sosyal yaşamımız… Ve bütün bunların birbirini uzaktan yakından bir şekilde etkilemesiyle oluşan müthiş bir çalkantı.
Peki nasıl durulacak bütün bunlar?
Haydi kolay kolay durulamaz diyelim ama, durmak çare olmadığına göre ne yapılmalı da iyi kötü sakinleştirilmeye çalışılmalı bu çalkantı?
*
Bu zincirleme işlerde neyin neyi tetiklediğine bakıldığında anlaşılıyor ki işin temelinde “dış politika” var.
Şimdi hangi siyasetçiye ssorsak “yoğurdum ekşi” demeyeceğine göre haydi siyaseti düzeltmeyi bir kenara koyalım da , sorgulamaya daha “daha can alıcı bir yerden” ekonomimizden başlayalım;
Örneğin hepimizin yaşamı, geleceği, güvencesi olan ekonomi düzeltilecek değil mi?
“Pek de severiz kendisini” diye bu işlerin başına “bizden” birini koymakla iş düzelir mi?
Asla düzelmez.
Bak anlatalım:
Diyelim ki “bizimkini” koyduk oraya.
“-Hadi düzelt bakalım”
Mevzuat çıkar karşısına önce değil mi?
Diyelim ki oturdun onu da yazdın, verdin Meclise “Kabul edenler… etmeyenler… Kabul edilmiştir efendim; vatana millete hayırlı olsun…”
Al işte sana en kralından mevzuat.
Bir kısım medya “müjdeler”
“-Şu kadar yatırım yapılacak”
“-Üretim artacak”
“-İhracat coşacak”
“-Sanayiciye gün doğacak”
“-Şu kadar kişiye iş alanı açılacak”
“-Hayat ucuzlayacak”
“-Vergiler yük olmaktan çıkacak, tabana yayılacak”
-“Kıdem tazminatı alana da verene de kazandıracak”
“-Ekonomi kalkınacak”
“-Refahımız artacak”
-
Olur mu?
Olmaz, kimse havalara girmesin…
Orhan Veli’nin dediği gibi “Bizi bu havalar mahvetmiştir”
Olmaz.
Çünkü kapitalist düzende şu “piyasanın kendi kanunu” var ya; çıkarılan bütün kanunlardan daha belirleyicidir de ondan.
Yaptıkların ona uymadı mı gerisi hikaye…
Nedir o katı kanun?
-Çevrendekilerden başlamak üzere iyi kötü müşterin olan ya da müşterin olabileceklerle iyi geçinmen lazım.
Malum, “Müşteri daima haklıdır” ve “Velinimettir”.
Adama hem zılgıt çekip hem gel malı benden al diyemezsin.
Yoksa domatesine bile bahane bulur almazlar, ne bileyim; şuradan geçeyim başkasına satayım desen yol vermezler.
-Müşteriyi buldun; bu sefer yatırımcıyı yatırıma ikna etmen lazım.
Malum, önce satacak mal yapacaksın.
Yatırımcının parası kıymetlidir. Kime ne satıp ne kazanacağını görmeden, gördüğüne inanmadan sermayesini bağlamaz, her işe girmez, yatırım yapmaz, üretmez.
-Günlük pazarcılıktan para kazananlar dışındaki “gerçek” yatırımcılar istikrar ister bir ülkede. Eğer devlet düzeni ciddi bir “başkalaşım” içinde ise, öyle üç beş yıldan önce işletmeye geçemeyecek, beş altı yılda kendini kurtarıp para basmaya başlamayacak “ciddi” yatırıma girmez kimse.
-Bizde istikrar var dedin ya mesela, o da yetmez. “Hukuk içinde” bir istikrar ister isterken... Hukuksuz istikrar kurumsal yatırımcının değil “mevcut düzende işini uydurma peşinde dolaşan” “bir kısım” yatırımcının daha doğrusu “kaldırımcı”nın ilgi alanına girer.
-İç pazarda satabilmek ister yatırımcı en başta. İç pazarda şansı olmayanın dış pazarda hiç şansının olmadığını gayet iyi bilir.
Bu iç pazar şansı da, ülkenin döviz politikasından çok nem kapar mesela... Döviz baskı altında ve sürekli düşük tutulduğunda ithalat da ucuzluyorsa üretip satmaya kalkanın şansı olmaz, gün alıp satanın günüdür der. Adam o zaman gider ithalattan kazanmaya bakar. İçerideki üretici de, ihracatçı da, turizmci de ancak kurlar yükselirken ama en azından baskı altında tutulmadığında bu işlere girebilir.
-Dışarıya satamayan, kendi iç pazarını ithal malına “boğan” ekonomilerde üretim olamayacağı için istihdam da olmaz.
Sen ucuz ithal malını tüketirsen o malın içindeki işçiliği, yevmiyeyi farkında olmadan elin yabancısına ödersin. Onun adamına iş vermiş olursun.
Dolayısıyla bu koşullar iyileşmeden işsizlere de kanunla, teşvikle gün doğmaz.
-“Sanayici” satamadığı, üretemediği için kazanamazsa, “ticaret” ancak ekin malını içeriye pazarlamakla ayakta durmaya çalışırsa, bil ki o ekonomide kimsede para olmaz…
Kazanılmayan, ortada olmayan paradan da, kim ne derse desin, kanunlar nasıl yazılırsa yazılsın, herkesin başına bir maliyeci de diksen “vergi” denen devlet payı çıkmaz. Olsa olsa sürekli “yeniden yapılandırma”larla eski alacaklardan “üçer beşer” bir şeyler kurtarılabilir.
-Yeterli vergi geliri olmayan hükümetler de insanların refahını arttıracak -hatta bırak arttırmayı, koruyabilecek- parayı toplayamaz, “icraatta” sıkıntıya düşerler.
Çünkü piyasa düzeninde icraat demek, “bütçeden para harcamak” demektir.
-Bütçeden beş kuruş çıkmasa da yaptırır, işlettiririm derler ya; sağlıklı bir yol değildir.
Çünkü, devletin yapacağı işi şirkete yaptırdığında “vatandaş” artık “müşteri” olmuştur, ortada hizmet yok, fiyat vardır gerçekte. Özellikle dövize bağlı fiyatlar halkı sıkar, üstelik köprü misali onun ödeyemediği o fiyatlar, hükümetin bütçesine “evladiyelik külfetler” olarak geri döner.
-Ha bir de “rekabet” denen şey var ya; ciddi piyasa ekonomilerinde olmazsa olmazıdır işin. Bu da “hukuk” ile düzenlenir, tarafsız yönetimle korunur. Ciddi yatırımcı bir ülkede serbest rekabet koşullarının olmadığını, icabında” birilerinin batırılıp birilerinin kollandığını” seziyorsa kolay kolay topa girmez. Buna rağmen girenin “kişisel” hesabıysa ciddi bir ekonomiye uymaz.
Sonuç olarak lafı şöyle bağlayalım:
Bu coğrafyada, siyasette de olduğu gibi “ekonomi atı”nın üzerinde durmak de öyle pek kolay bir iş değildir.
Her şeye karşın bir şeyler yapabilmenin, en azından çalkantıyı giderebilmenin yolu, “sistemin gereklerini görmezden gelip sadece kadrolaşmak”tan değil, yukarıda kısaca değindiğimiz unsurları göz önünde bulundurarak “yapıyı iyileştirmek”ten geçer.
“Kadro”, benimsediğiniz sistemin uygulaması için bir gerekliliktir şüphesiz.
Ama, sorunun kaynağı o kötüye götüren “sistem”in ta kendisi ya da “sistemsizlik” ise; sırf sana bana uysun diye iş başına getirilecek kadrolar ancak var olan sıkıntıyı kemikleştirecektir.
Bir ferahlık yaratacak değil.