Dimyattaki pirinç AB ve evdeki bulgurumuz


Dünya iklimsel olarak ne kadar ısınıyor bilemiyorum ama ekonomik olarak epeyce ısındığı muhakkak.
Hatta bana kalırsa bu daha bir şey de değil…

Geçenlerde bir sohbette “ama bu ara pembe tablolar da görülmüyor değil” diye ümitlenen bir dostuma, “O senin söylediğin pembelik, önümüzdeki kızılca kıyametin henüz tam rengini almamış hali” demiştim ki neredeyse koltuğundan düşecek kadar heyecanlandı.

Acaba çok mu abarttım diye de düşünmedim değil.

İsterseniz gelin beraber tartışalım, ortada bir yanlış varsa yazın, ben de sözümü geri alayım.

Bana kalırsa, en azından iç pazarları yabancılara kapalı ekonomiler olan Çin ve Hindistan, kendi ekonomilerinin dinamizmi ile giderek bu dünyanın “organize sanayi bölgesi” ya da “üretim üssü” olmaya devam ediyor.
Batı ise üretmiyor. Daha doğrusu üretemiyor. Çünkü sanayide kullandığı emeğin kendi emekçisine maliyeti, Çin’li emekçinin emeğinin kendisine maliyetinden daha yüksek.

Karışık geliyorsa konuyu biraz açalım; bu gün bir Avrupa’lının sanayi üretiminde çalıştıracağı işçisinin ücreti örneğin 2000 € ‘dur. Oysa Çinli 100 € aldı mı bayram eder.
Neden?
Çünkü 2000 € alan Avrupalı işçi o parayla orada geçinemez ama 100 € alan Çinli rahat rahat geçinir.
Bunu ister onların tüketim alışkanlıklarına, ister o piyasadaki emek arz ve talebine bağlayın durum değişmez: Çin ve ardından Hindistan’daki emeğin oradaki emekçilere maliyeti yani geçinme bedeli Avrupalıya göre düşüktür ve kısa dönemde bu kolay kolay değişmeyecektir.

Bunun doğal sonucu, hangi kotayı, hangi sınırlamayı koyarsanız koyun bu bir yandan da küreselleştirmek istenen piyasada “üretim avantajı” her geçen gün bir adım daha batıdan doğuya kaymaktadır.

Bunun somut göstergesi, batı piyasasının her geçen gün biraz daha Çin’de üretilen mallarla dolmakta olması, batıdaki üretim yerlerinin kapanıp tüketimlerinin ithal mallarına dönmesidir.

Neden? Çünkü aynı ürün batıda üretildiğinde maliyet 10 € ise, Çinde üretildiğinde 2 € olmaktadır. Bu tablo açıkça ortada iken siz bir gün gelip de Çin’linin maliyetinin 10 €, batılının maliyetinin 2 € ‘ya dönüşebileceğini düşünebilir misiniz?

Düşünemezsiniz.
Zaten düşünebildiğiniz gün bu dünyada kriz mıriz kalmayacak demektir.
Ama düşünemeyeceğinize ve bu olay giderek daha fazla etkinleştiğine göre, batının krizi bazılarına arada bir pembe tablolar gösterse bile, önümüzdeki en az beş-on yıldaki eğilim o pembe tabloların batı için giderek “kızıl”a döneceğini göstermektedir.

Peki ya uzun dönem?  ya biz ne olacağız?
Üretim gücünün ve dolayısıyla üretimin batıdan doğuya kaymasının doğal sonucunda, ekonomik zenginliklerin de aynı yönde doğuya kayacağını kabul etmek yanlış bir hüküm olmasa gerektir.

Üretemeyen ama yaşayan nüfusunu bir biçimde doyurmak zorunda olan ekonomiler ne yapabilir?
Üretemeyen, dolayısıyla kendini besleyemeyen, kendi tüketimini karşılayamayan ekonomilerin eğer saldırganlıkla elde edebileceği bir şey yoksa giderek zayıflayacağı ortadadır.
Bu durumdaki “barışçı” ülkelerden iseniz, önce var olan imkânlarınızla iç tüketiminizi ithalatla sürdürmeye çalışır, paranız bitince borçla, borç imkânı daralınca da siyasi tavizler vererek gününüzü kurtarmaya çalışırsınız.

Ama genelde bir şey üretemediğiniz için şartlar sizi yavaş yavaş çökmeye götürür.
Buna karşılık üreten ve kendi iç tüketimini karşılayabilen ekonomiler bundan çok etkilenmezler. Kendi pazarlarını yabancılara pek fazla açmaz, tüketimde ifrata kaçmazlarsa bu durumdan batılı ekonomiler kadar etkilenmezler, hatta becerikli olurlarsa sonunda kazançlı bile çıkabilirler.

Batılı ekonomiler, içinde bulundukları ekonomik açmazı ve genel trendi iyi bildikleri için bu gün AB gibi kendi içinde sınırsız, ama kendi etrafına ciddi bir sınır çizmiş, büyük bir kapalı ekonomi yaratmaya ve yeni şartların gerektirdiği yeni dengeleri bunun içinde kurmaya çalışmaktadırlar.

Bu tedbir, olsa olsa batılı ekonomilere yeni bir çıkış formülü bulana kadar biraz zaman kazandırmaya yarar. Ama ne yazık ki o kazanmaya çalıştıkları zaman, umduklarından daha hızlı akmakta ve içindeki üretemeyen ekonomiler batma sinyalleri vermektedir.

Örneğin keyifli komşumuz Yunanistan.
Üretmeyen ve özellikle Avrupa’dan elde ettiği turizm gelirlerine bel bağlamış sanayisiz ülke.

Avrupalılar, ihtiyaç sıralamasında karın doyurmayı turistik harcamanın önüne geçirmek zorunda kaldığı için bu günlerde Yunanistan’a turizmden akan dövizler kesilmiş, dolayısıyla Yunan ekonomisi batmıştır.

Acaba Yunan ekonomisi kaderini sadece Avrupalının refahına ve müreffeh Avrupalının harcamalarıyla turizmden gelecek paraya bağlamasaydı, kendi iç tüketimini karşılayacak üretim kapasitesine sahip olsaydı şimdi bu durumlara düşer miydi?
Bence en azından bu derece düşmezdi.

Avrupa’nın o eski refahı bitince, Yunanistan için turizm satılabilir şey olmaktan çıkmıştır ve zaman içinde giderek daha da fazla çıkacaktır.
Turizm, satabildiğiniz zaman değerdir.
Satamadığınız turizmin stoklanma imkanı yoktur.
Otel odasını o gece satamazsanız sabah gün ağarırken beş kuruşluk değeri yoktur.
Satamadığınız turizm yenmez, içilmez, onunla karın da doymaz.
Balıkçılar satamadığı balığı yer karnını doyurur ama iş turizmci için farklıdır.
Ama eğer kendi iç tüketimi sağlayacak kadar üretiminiz varsa, o üretimi kimselere satamasanız da oturur kendiniz yersiniz ya da tüketirsiniz.
Kendi tüketimini karşılayabilen ülke batar mı?

Küresel ısınmanın yok ettiği buzullar nasıl ki kısa sürede yeniden oluşamayacaksa, dünyadaki bu ekonomik gidiş de böyle kısa sürelerde geri dönülmez bir süreç yaşamaktadır.
Türkiye kendi üretim gücünü, kutuplardaki buzulların ağır ama kararlı hareketini endişeyle izlediği gibi ekonomideki bu “küresel” gidişi de iyi analiz etmek, nerede duracağını doğru belirlemek ve geleceğini ona göre planlamak zorundadır.

Aksi halde, AB’nin giderek tadı kaçan pilavını hayal ederken evindeki bulgurdan da olabilir.