Vergi adaletinin neresindeyiz,
 



işe neresinden başlamalıyız?
Vergide adalet nedir sizce?
Her yurttaşın eşit miktarlarda vergi ödemesi mi?
Bu ülkenin yurttaşıyız ya; örneğin genci ihtiyarı, işlisi işsizi, varsılı yoksulu ile 80 milyon kişinin her birinin birbirinden ne bir kuruş az ne bir kuruş fazla vergi ödemesi mi istediğimiz?
Örneğin “haydi adam başı şu kadar verelim de devletin çarkı dönsün” gibi…
Değil elbette…
Çünkü böyle bir şey olmasını istediğimizde kazananla kazanmayan, harcayabilenle harcayamayan, malı mülkü olanla olmayan arasında adaletli bir denge sağlamış olabilir miyiz?
Olamayız.
Çünkü buradaki “adalet” çok farklı bir şey ve kim olursan ol, asla adam başı aynı vergiyi ödemek değil.
Buradaki adalet, devletin yükünü taşımada herkesin kendi ekonomik gücüne göre, o güçle orantılı bir pay ödemesi.
Hani “az kazanandan az, çok kazanan çok” derler ya; diğerlerini de sayarsak az harcayandan az, çok harcayandan çok. Az serveti olandan az, çok serveti olandan çok!
Vergicilikte buna “eşit mali his” deniyor.
Yani vergiler yurttaşlar arasında öyle bir dağıtılmalı ki, gücüne göre herkesin sırtında “hissettiği” “devlet yükü” eşit ağırlıkta olsun.
*
Peki nasıl olacak bu?
Vergiyi nasıl paylaştıralım ki yükler eşit hissedilsin?
Vergileri ne üzerinden alalım da eşitlemek kolay olsun?
Vergiciler işi üçe ayırmışlar: Kazançlardan, harcamalardan ve servetten vergi...
Sonra da “üçünden de alalım” demişler: “alınması gereken vergiyi biriyle alamazsak diğeriyle alalım”.
Peki ya “adalet” nasıl sağlanacak?
Bir kere herkes kazancı üzerinden vergi versin.
Ödenecek verginin oranı da kazancın yüksekliğine göre giderek artsın. Bu arada kazancı ancak geçimini sağlamaya yetecek kadar olanlardan almayalım. Çünkü onlardan almak demek, geçinecekleri paraya el koymak demek olur.
İkinci olarak “harcamalardan” alalım vergiyi. Bu kimin ne kazandığını araştırıp vergilendirmekten daha kolay bir iş.
Nasıl olsa herkes kazandığı parayı harcamıyor mu? Piyasada satılan her türlü mal ve hizmet vergili olsun. İşi adaletli bir şekle sokmak için de zorunlu ihtiyaç mallarını örneğin gıdayı falan düşük, lüks malları daha yüksek vergilendirelim. Böylece kazandığı parayla ancak karnını doyuranlara fazla yüklenmemiş olalım.
Üçüncü olarak da servetleri vergilendirelim. Öyle ya, kazanılan ama harcanmayan gelirler sonunda mal mülk olarak birikmiyor mu? Oradan da vergi alalım. Gücü olmayanın pek serveti de olamayacağına göre burada adaleti sağlamak pek zor olmaz.
Böylece;
-Kazancı vergilendirirken Gelir ve Kurumlar Vergisi;
-Harcamaları vergilendirirken ÖTV, KDV;
-Servetleri vergilendirirken Emlak Vergisi, Motorlu Taşıtlar Vergisi gibi vergiler uygulanmaya başlanmış.
Aslında bunların yanı sıra irili ufaklı daha pek çok vergi var ama türlerinin ana vergileri bunlar. Şimdilik diğerlerini göz ardı edebiliriz.
*
Peki, vergiler ve vergi adaleti böyle bir şey de… acaba işler hep böyle mi yürümüş?
Uygulamada da vergide adalet sağlanabilmiş mi acaba?
Ülkemiz açısından bu soruya ne yazık ki “evet adalet sağlanmıştır” diyemiyoruz.
“-Peki neden?” diyecekseniz anlatalım.
Gelir ya da kazanç üzerinden alınan vergilerde adalet sağlanamamıştır.
Birincisi, hani herkesten kazancına göre ve kazanç büyüdükçe daha fazla vergi alınacak, yoksuldan alınmayarak adalet sağlanacaktı ya;
Ama bakıyoruz ki Türkiye’de bu gün itibariyle ortalama 4 kişilik bir ailenin geçimi için ayda 4.878,- yılda 58.536 Lira gerekli iken, devlet yılda bunun 11.128,-lirasını vergi olarak alıyor.
Yani açıkça “yoksulluk” da vergilendiriliyor.
İkincisi, harcama üzerinden alınan vergiler de adaletsiz.
Çünkü yurttaşlar belki gıda maddeleri satın alırken düşük oranlı vergiler ödüyorlar ama, yaşamlarını sürdürürken tabii ki evlerine eşya da alıyorlar, seyahat de ediyorlar, telefon da kullanıyorlar, sağlık harcaması, eğitim harcamaları da yapıyorlar, meşrubat ya da sigara da içiyorlar..
Oysa bunları alırken ya da tüketirken vergi kanunlarında onların gelir durumlarına bakılmıyor. “Senin gelir durumun uygun değil, senin harcama vergilerini azaltalım denmiyor.
Kaba bir hesap: ayda 1500 liralık harcaması olan bir yurttaş, yüzde 1, yüzde 8 ve yüzde 18 oranında çeşitli KDV’li mal ve hizmet alıyor ve sonuçta bunların ortalaması olarak yüzde 10 KDV ödemek zorunda kalıyorsa, bu harcamasından devlete yüzde 10 KDV ayrıldığında, karşılığında aldığı mal ve hizmetler aylık (1.500/1,1=) 1.363 liraya düşüyor.
Yani refahından 137 liralık mal ve hizmet eksiliyor.
Peki biz ayda 1500 lira ile yaşama tutunmaya çalışan bir yurttaştan 137 lira vergi almakla “vergide adalet”in neresinde olabiliriz?
İşin kötüsü, bu vergileri toplamak zahmetsiz ve hızlı olduğu için devlet bütçelerine bakıldığında kazançlar üzerinden alınan vergiler yüzde 30 iken harcama üzerinden alınan vergiler yüzde 70 dolaylarına kadar yükseliyor. Dolaylarına yükseliyor diyoruz çünkü devletin her vergiden elde ettiği gelir yıldan yıla değişiyor.
"Dolaylı-dolaysız vergi dağılımı özellikle vergi adaletinin sağlanması açısından
önemli bir gösterge niteliğindedir."
(Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı için hazırlanan “Vergi Özel İhtisas Komisyonu Raporu Sf.6)
Evet,harcama üzerinden alınan vergiler, vergicilikte “kolay” ama kolaylığı kadar da “adaletsiz vergiler” olarak biliniyor çünkü bu vergi karşısında varsıl yoksul ayırt edilmiyor.
Örneğin bir gıda maddesi olarak peynirin vergisi düşük, bir ihtiyaç olan buzdolabının ya da telefonun vergisi yüksek ama bunları varsıllar da alsa yoksullar da alsa durum değişmiyor.
Harcama üzerinden alınan vergiler -enteresandır- gelişmekte olan yani “henüz gelişmemiş” ülkelerde daha da yaygın. Yine Rapor'da yer alan bir bilgiye göre 36 OECD ülkesi içinde Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla’ya oranla kazançlardan en düşük, dolayısıyla harcamalardan en yüksek vergi toplayan üçüncü ülke Meksika ve Şili’nin ardından Türkiye.
Özetle, zaten adaletsizliğiyle anılan harcama vergilerinde bir de “derece” sahibiyiz.
Hadi bu işten "adaletsizliğe uğrayanlar" şikayetçi, peki uygulayanlar ve "bu bizi vergilendirmez" demesi gerekenler memnun mu?
Merak edenler Sayın Maliye Bakanı Ağbal'ın 20 Temmuz 2017'de İhracatçılar Meclisi'nde söylediklerine bir göz atsın.
Üçüncü vergi türümüz “servet” üzerinden alınan vergilerdi.
Bunlara örnek olarak bina ve arazilerden alınan emlak vergisi ile otomobillerden alınan Motorlu Taşıtlar Vergisini (MTV) ele alalım.
Ne yazık ki bu vergi türlerinde de “adalet” yok.
Bunlardan MTV, sahip olunan otomobilin maddi değerine göre değil, motor hacmine bakılarak alınıyor. Buna göre aynı yaşta ve aynı motor hacmindeki örneğin 1600 cc’lik iki araçtan biri 40 bin, diğeri 400 bin lira ise, her ikisinin de yıllık vergileri aynı.
Bu bir servet vergisi iken “adalet”in değer üzerinden değil de neden “motor hacmi” üzerinden kurulmaya çalışıldığını anlamak pek mümkün değil.
Dolayısıyla bu “eşitlikte” pahalı otomobil sahibi yani varsıl, ödediği vergiyi ucuz otomobil sahibinden daha hafif hissediyor.
Emlak Vergisi’nde de adaletli bir uygulama yok.
Birincisi, bu vergi gayrımenkul şeklindeki serveti vergilendirirken “düz oranlı”.
Yani servet yükseldikçe uygulanacak verginin oranı artmıyor.
Peki “servet” de “gelir” gibi bir “ekonomik güç” göstergesi ise, hatta servet gelirden daha da sağlam bir güç göstergesi ise, gelir vergisindeki “artan oranlılık” neden Emlak Vergilerinde uygulanmıyor?
Burada da servet büyüdükçe vergi yükü hissi daha da hafiflemiyor mu?
İkincisi, Emlak Vergisine esas olan değerlerin belirlenmesi yerel yönetimlere yani belediyelere bırakılmış. Belediyeler de kendi seçmenlerini darıltmamak amacıyla ve bütçe imkanları elverdiği ölçüde emlak değerlerini düşük belirliyor. Öyle ki, piyasa değeri ile Emlak Vergisi değerleri arasında her zaman bire üç, bire beş farklar görmek mümkün.
Yani aslında iyi bir ekonomik güç göstergesi olduğu halde “Emlak” cinsinden servet unsurlarının vergilendirilmesinde adalete pek itibar edilmiyor.
Bunun yanı sıra, özellikle iktidar partisinden olan belediyeler bütçelerine hükümetten her türlü desteği alıp nispeten rahat olduklarından Emlak değerlerini belirlerken ölçüyü daha düşük tutarak kendi beldelerindeki yurttaşları koruyup diğer belediyelere ve dolayısıyla diğer beldelerdeki yurttaşlara karşı haksızlık edebiliyorlar.
Bu vergide bir başka haksızlık, Emlak Vergilerinin belediyelerce toplanıp yine o belediyelerce harcanıyor olması. Adaletsizliği de şu:
Yaşam ve bina kalitesinin yüksek olduğu belediyeler daha fazla vergi toplayıp bunları yine o varsılların beldesine harcarken, yoksul beldelerin belediyeleri daha az vergi toplayıp kendi beldelerine daha az harcayabiliyor.
Böylece varsıl varsıllığını korurken yoksul yoksulluğuyla kalmaya devam ediyor.
Oysa sadece devlet bütçeciliğinin “Adem-i tahsis” yani bütün gelirlerin bütün giderlere tahsis edilmesi prensibine bile aykırı değil mi bu durum?
*
“Vergi” aslında devletin hem kendi ihtiyaçları için para toplaması hem ekonomideki çarpık gelir dağılımından dolayı elde edilen yüksek gelirlerin vergilendirilerek düşük gelirlilere dağıtılmasına imkan veren bir uygulama.
Ancak bunun olabilmesi için, hem vergi kanunlarında bunu sağlayacak yani alt gelir gruplarını kollayıp üst gelir gruplarına biraz daha yüklenecek biçimde düzenlenmesini gerektiriyor hem de uygulamanın böyle olmasını.
Ne yazık ki bizim vergi düzenimize de yön veren OECD, vergicilikte “iyileştirme” ya da reform denince “Adalet”ten daha farklı bir şey anlıyor.
Bakın yukarıda sözünü ettiğimiz “Vergi Özel İhtisas Komisyonu Raporu’nda bu konuda ne deniyor:
“OECD ülkelerinde gerçekleştirilen vergi reformlarını yönlendiren temel dinamiklerden bir tanesi; yatırımları, istihdamı, risk iştahını ve girişimciliği teşvik eden bir mali ortamın hazırlanması ihtiyacıdır. Çoğu ülkede bu ihtiyacı karşılamak üzere izlenen politikalar, vergilerin işletme ve hane halkı kararlarını asgari oranda etkilediği en iyi sistemin geniş tabanlı ve düşük oranlı bir vergi sistemi olduğunu göstermektedir. Reformları yönlendiren bir diğer temel faktör ise küreselleşmedir. Piyasaların serbestleştirilmesi ve bütünleşmesi sermayeyi uluslararası dolaşımda daha özgür hale getirmiş ve doğrudan yatırımlar ve portföy yatırımları yoluyla yabancı şirket alımlarını büyük ölçüde artırmıştır. Artık çok daha özgür olan sermayeden gelen bu baskı özellikle dışa açık küçük ekonomileri kurumlar vergisi oranlarını düşürmeye yöneltmiştir.”(Sayfa 19)
Buradan da açıkça görülüyor ki, Türkiye’nin “piyasa ekonomisi”, “küresel sermaye” tercihli vergi politikalarında şu anda pek “adaletli” bir düzenleme yer almadığı gibi, çizgisinden pek çıkılmayan OECD rehberliğinde de “adalet” konusunda bir eğilim yok.
Aslında vergi, ülkenin uyguladığı ekonomi politikasının bir uygulaması ve asla kendi başına oluşturulacak bir politika değil.
O zaman, mevcut uygulamanın adaletinden şikayet ve bir arayış varsa öncelikle bunun arkasındaki ekonomi politikalarında bir değişim arayışında olmak gerekmiyor mu?
Ha şunu da ilave etmeyelim; o ekonomi politikalarındaki değişim de tabii ki ancak şimdikinden "hayli değişik" bir siyaset yaklaşımı ile olabiliyor.
“Vergide adalet”e çıkan yol ayrımı daha “küresel-liberal” caddesine sapmadan önce.
O caddeye girdikten sonra başka çıkış yok.
Girişte "Tek yol" yazıyor.