Çok laftan batmak ve geri giderek ileriye varmak



Türkiye’nin ekonomisi kendi haline yani “piyasa koşullarına” bırakıldığında gelişebiliyor mu?
Örneğin;
-Tarım gelişiyor mu?
“Hayır”
-Hayvancılık gelişiyor mu?
“Hayır”
-Batı bölgesi neyse de, doğuda sanayi gelişiyor mu?
“O da hayır”
-Peki, “ekonomide her şeyi kendiliğinden düzelir” dedikleri “liberal düzen” bunu yapamıyor, orası tamam. Ama bir ekonominin üretmesi, işsizliğin azaltılması ve yurttaşların geçiminden devlet sorumlu değil mi?
Ve o devlet işlerini yürütmekten de hükümet…
O zaman bu işler için hükümetten ne yapmasını isteyebiliriz?
Hemen söylenebilen şu:
“İşlerin önünü açsınlar, yürümeyince arkadan ittirsinler ki yürüsün”
Yani devlet bu işlere “teşvik”ler versin.
Kime?
İş adamlarına, parası olup yatırım yapabileceklere.
*
-Verilmedi mi?
“Verildi verilmesine de hala çarklar istendiği gibi dönmüyor.”
-Ektiğimiz buğdayımız yediğimiz ekmeğimize yetiyor mu?
“Yetmiyor”
-Yetiştirdiğimiz hayvan, yediğimiz ete yetiyor mu?
“Yetmiyor”
-Otumuz öküzümüzü doyurmaya?
“Yetmiyor”
-Peki tırnak makasından şemsiyeye, elbise askısından radyonun piline kadar her üründe genel bir “yetersizlik” varsa nedir bunun nedeni?
Otomobil yapma "heves"inden önce elbise askısını, tırnak makası işini çözmek daha akılcı değil mi?
“İşçimiz işçi değil be kardeşim hepsi beceriksiz” desen elin Avrupalısı zamanında neden bizden aldı milyonlarca işçiyi, nasıl çalıştırıyor oralarda elin oğlu?
“Mühendisimiz, teknik adamımız yeteneksiz” desek mesela, neden bir beyin göçü var Amerika gibi kimseye öyle bedavadan para verilmediği, verimi düşenin kapının önüne konduğu bir ülkede?
Onları bırak, bak arkana;
Bu memleket kurtuluş savaşından aç bi-ilaç çıkmışken, beş parasızken, toplu iğne yapacak bir atölyesi bile yokken o “on yılda” nasıl yaptı pek çok şeyi, şimdi sata sata bitirilemeyen o koca koca tesisleri nasıl yoktan var etti?
Demek ki “olunca oluyor” da “son zamanlarda” ortada bir “olduramama” meselemiz var.
Bu da şüphesiz sadece koltuğun nasıl kaptırılmayacağı ilmi ile değil, oraya oturduktan sonra “ekonomiyi yönetebilmek” ile ilgili.
*
“Bu memleket çok laftan battı” diye bir söz vardır bilirsiniz.
Hadi “battı” deyip kimseyi kızdırmayalım ama şurası da açıkça belli ki diğer ülkelere baktığımızda kalkan balığı gibi“ biraz dipten gidiyor, ancak aşağıdan bakıp yukarıdakileri seyrediyoruz”.
Ünlü gazeteci Şinasi Nahit Berker de söylemiş zamanında.
“Bu memleket uzun laftan battı…” diye.
“Zamanında” dediğimize göre de şimdi kimsenin üzerine alınmasına gerek de yok ama, galiba bu politikacılıkta mesleğinde kim ki öyle uzun uzun laflar ediyorsa görülüyor ki, yapıp edip de “nah işte budur” diye milletin gözüne sokabileceği bir marifeti olmayıp işi uzun uzun nutuklarla idare etmeye çalışıyordur. Hani “Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz” da denir ya…
Zaten Aziz Nesin de söylerdi ya; “Bu vatan için kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik” diye.
Ölenlere üzerine düşeni fazlasıyla yapmışlar bu belli…
Ama bu memleketi batırana kadar uzun uzun nutuk söyleyerek vaziyetlerini idare edenlere ne demeli?
Kendilerine “Bırak boş laflarını, yapamadıkların meydanda; bak bir gün gelip çatıp borç bulamazsak sadece biz değil sarı öküz bile sayende aç kalacak” desek çok da ihtimal dışı bir şeye mi işaret etmiş oluruz?
*
Türkiye; iç pazarının genişliğine, büyük insan gücüne ve harika tabiatına karşılık ne yazık ki kuruluşunun ilk yılları geçtikten sonra kendisini çağdaş dünyanın üretim gücü ve kapasitesine yetişecek bir güce ulaştıramadı.
Bunun büyük nedenlerinden biri her halde Osmanlı ve şeriat düzenini sonlandırmış Cumhuriyet rejimine karşı duranlar ile bu karşıtlığı kendisine politik sermaye yapan zamane politikacıları.
Ne yapıyorlar en çok da?
-Bu ülkeyi içine düştüğü bataktan çıkaran büyük kurtarıcı ve arkadaşlarına saldırıyorlar, sözde onları küçük düşürüp kendilerini yüksekte göstermeye çalışıyorlar,
-Cumhuriyetin kurumlarına saldırıyorlar,
-Çağdaş yaşam biçimine saldırıyorlar,
-Bilime saldırıyorlar.
Tek ilericilikleri; “Geriye döön, ileriiii marşşş!”
Neden?
Çünkü çağdaşlığa doğru bir ilerleme olursa kimse kendilerinin o boş laflarına, sürekli tekerlemelerine inanamaz, kendilerine güvenemez, insanların kafaları bu safsatalarla doldurulamaz, böyle olmayınca da saltanatları sona eriverir.
Dolayısıyla uzun uzun laflarla durumu idare etmeye ve ülkeyi bir kere daha batırarak o her nedense o özlemini duydukları döneme yani “geriye” döndürmeye büyük gayret gösteriyorlar.
Ve günümüzün üç beş sorumlu siyasetçisi de ne yazık ki onlarla mücadele etmekten sıyrılıp asıl yapılması gerekenleri konuşmaya, bir şeyler yapmaya fırsat bulamıyor.
*
Günlük kavgaları bir kenara bırakarak düşünürsek, galiba dönen “devran” şu:
“İleri” ile “geri” arasındaki mücadele o kadar keskinleşmiş ki, arkasına bilinen cumhuriyet karşıtlarının desteğini de almış olan iktidar, ekonomiyi yönetirken artık hangi kararın ülke yararına olup ekonomiyi toparlayacağını araştırmaktan çok, alacağı her bir kararın kendi iktidarının devamına ve iktidar çevresine ne yarar sağlayacağını hesaplamak durumunda.
Ve bundan dolayıdır ki;
-Ülkenin içinde bulunduğu durum göz önüne alınırsa, ihtiyaç sıralamasında çok gerilerde olması gereken işler; köprüler, hava alanları, çılgın kanal projesi gibi işler üzerinde çok da ciddi çalışmalar yapılmadan ortaya atılıyor. “Atılıyor” çünkü bu “proce”lerle bir yandan “belirli yatırımcılara” hayal edemeyecekleri kadar ballı işler sağlanır, onların bu kazançları “siyasi rezervler” haline getirilirken diğer yandan, geçim gailesi içinde olayların derinine inemeyen sade yurttaşların da gözü boyanıyor.
-Ekonominin üretmemesi hiç dert edinilmiyor.
Çünkü siyaseten desteklenen ve gerektikçe desteği istenen o “yatırımcılar”ın kazanması için öyle yıılar alacak araştırmalara, fizibilitelere, pazarlama gayretine ve üretime ihtiyaç yok. Onlar ya devletin karlı “proce”lerinden besleniyor ya büyük imar değişikliklerinden.
Bu arada alt ve orta gelir grupları kazanamıyormuş ne gam! Onların kazanamamaları, güçlerinin biraz daha kırılması, siyasette biraz daha “mecbur” hale gelmelerini sağlamıyor mu?
Onların neyi görüp neyi düşüneceklerini belirlemek için birilerine nöbetleşe “medyacılık” görevi vermekle iş hallolmuyor mu?
-Sözüm ona, üretimi arttırmak, istihdam yaratmak için bazı teşvikler veriliyor, tahsisler yapılıyor. Bunlar yapılmasına rağmen:
Ne tarımda, ne hayvancılıkta ve ne sanayide elle tutulan bir artış yoksa, hatta istatistikçiler -her şeye rağmen- gerilemeye işaret ediyorsa; işsizlik ve kente göç olanca hızıyla devam ediyorsa, verilen bu teşviklerin doğru bir sonuç yarattığı kabul edilebilir mi?
Teşvik tamam, ama ekonomiye yararı olmayan o teşviklerin sadece “teşvike layık görülen” birilerinin zenginleşmesini teşvik ettiğini düşünmemek mümkün mü?
Ne dersiniz?
Hani Kristof Kolomb’un “Hep batıya gidersek sonunda doğuya varırız” demiş ya…
Acaba biz de hep geriye geriye götürülürken bir gün “yetti gari” deyip ileriye doğru bir atakla “U” dönüşü yapabilir miyiz?
Olur olur bence.
Nasıl olsa bu arkadaşlar hala dünyayı düz sanıp hep geri gidişin bir gün ileriye dönüş sağlayacağını bilemediklerine, bizi adım adım çağdaşlıktan uzaklaştırabildiklerini düşündüklerine göre buna bir önlem almayı da ihmal edebilirler.
Umut şimdilik burada mı dersiniz?