Siyasette bir zafer daha kazanmayı istemek ya da istememek




Epir…
içerisinde Yanya şehrinin de yer aldığı, Yunanistan’ın İyon denizine bakan, İtalya ile karşı karşıya olan bölgesi.
Kısmen Makedonya da denebilir.

İşte bu bölgenin Milattan önceki 280 yılındaki kralı Pirus (Pyrrhus) Romalılarla yaptığı beş yıllık savaştan zaferle çıktığında, ilk bakışta herkese ters gelecek ama tarihe geçen bir söz söyler:

“Bir daha böyle bir zafer istemiyorum.
Tanrım; bir daha böyle bir zaferi yaşatmasın”

Bu söz “Siyaseti sadece koltuğu kazanmak ya da kaybetmemek” yani seçimlerde alınan her olumlu sonucu bir “zafer” sananları oldukça düşündürmeli bence.
Çünkü bazı durumlarda “Zafer”in bile ağır bedelleri, hatta olmasa belki daha iyi olurdu dedirtecek yanları olabiliyor.
Öyle ya; beş yıllık savaştan zaferle çıkan Pirus da böyle söylediğine göre.

Nedir o kayıtsız şartsız sevinilemeyecek “Zafer”ler peki?
Bunlardan birincisi, sonu zaferle de bitse o savaşın kazananına da ağır bir maliyet yükleyebiliyor olması.
İkincisiyse; uzun vadede çözüm yaratmayacak, başarılı bir uygulamadan ziyade sadece karşı tarafın bazı zaaflarından, ona verilen tepkilerden yararlanarak elde edilen ama ertesinde kazananı da zor durumda bırakacak, hatta arkası getirilemediği için “geri tepen” türden zafer(!)ler olmalı.
Peki, sonuçta “bizimkiler kazandı” deyip buna hiç sevinmemeli mi?

İşte bu işlerde en kritik soru da bu:
Her ne bahasına ve ne şekilde olursa olsun elde edilen sonuca mı sevinmeli? Yoksa karşı tarafa haklı ve doğru olduğu kabul ettirilmiş, kalıcılaştırılabilmiş bir siyasi anlayışın hakim kılınmasına mı?

Arada ne fark var ki diyebilirsiniz…
Var tabii…
Bakın insanlar siyasette bir şeye her zaman sadece “doğrular” üzerinden taraftar olmazlar.
İnsanların zaafları vardır.
İnsanların gelip geçen heyecanları vardır,
İnsanların nefretleri vardır.
İnsanların peşine takılacakları günlük çıkarları vardır.
Ve insanlar o “şimdi hiç beğenmiyorum” dediklerini, bir zamanlar nasıl olup beğenmişlerse, şimdi beğendiklerini de aynı şekilde beğeniyor olabilirler.

Hele hele bugünün siyasetinde “popülizm” denen ve halkın kısa vadeli de olsa çıkarlarına, önyargılarına, hayal kırıklıkları, tepkilerine, öfke ve heyecanlarına hitabeden propaganda yöntemleri revaçtaysa.
*
Türkiye, bugün ne yazık ki, henüz Winston Churchill’in 13 Mayıs 1940’ta İngiltere’ye başbakan olurken söylediği “Size kan, zahmet, gözyaşı ve terden başka hiçbir şey vaat etmiyorum.” diyerek yaptığı “açık gerçekçi” siyasete göre iktidar belirleyecek durumda değildir.

Bu günün siyasetine ister iktidar, isterse muhalefet tarafından bakın; kamuoyunu dalgalandıran söylemlerin ezici ağırlığı; dindarlık, ucuzluk, pahalılık, maaşlar, ikramiyeler, elektrik ve su faturaları ile sebze fiyatları üzerinedir.
Ve bilinmektedir ki partilerin seçim kampanyalarından bütün beklentileri “profesyonel reklam şirketleri”nin yaratma yarışında olduğu “algı”ların başarısı üzerinedir.

Oysa yine bilinir ki, bu haliyle Türkiye;

-Ekonomisi dibe vurduğu için dış borçla dönmeye çalışan, her yeni borçlanmada hem ekonomik hem siyasi olarak daha fazla ipotek altına giren, geleceğinden kaybeden;

-Üretemediği için yeni istihdam imkanı olmayan; istihdam imkanı olmadığı için bundan sonra ne daha fazla kişiye iş verebilecek, ne de işi olana daha yüksek ücret ya da asgari ücret verebilecek durumdadır.
Sonuçta, ülke zor günlerindedir.

Ama gelin görün ki yapılan bütün siyaset; bu olumsuz yapının “nedenleri” üzerinde durup buna kökten çözüm önermek ve halka bu çözümleri anlatıp ikna ederek desteklerini almaya gayret etmek yerine, artık “yapısal” hale gelmiş o büyük düzensel çarpıklıkları göz ardı edip; bunun “sonuçları” olan işsizliğin, düşük ücretlerin, pahalılığın “sonlandırılacağı” algısı yaratmaya çalışmakla sürdürülmektedir.

Oysa ülkenin ihtiyacı, partilerin son ana kadar sürdürülen iç çekişmelerle aday belirleyip reklam profesyonellerine seçim kazandıracak “algı kampanyaları” ısmarlamalarından önce, o seçimlerden çok çok öncesinden kendi karargahlarında çalışma ekipleri kurması, ekonomiyi geliştirici modeller oluşturması ve halkın beklediği iş imkanlarını da, ücreti de, ucuzluğu da bu modeller üzerinden anlatıp, seçimi kazandığında o vaadlerin altını dolduracak hale gelmesidir.
“Algı” denen şey aslında “uçucu” değil midir?

Böyle ekipler kuruluyor mu? O ekiplerle başarılı çözüm modelleri oluşturabiliyorlar mı?
Lafla “tamam” denir ama; sanmıyorum.
Hiç kimse “Biz hele bir iktidar olalım, nasıl olsa model de oluşturulur, çözüm de üretilir” demesin. “Siyaset umut vermektir” denir ya…
İktidarın cazibesi karşısında bunu bütün partiler söyler.

“Seçim zaferi” denen olgu eğer günümüz Türkiye’sinde sadece seçmen nezdinde yaratılan olumlu algılara bağlı görülüyorsa, tabii ki bu türden “seçim “zaferleri” de, toplumdaki duyguları, beklentileri ve zaafları kim en iyi kullanabilmişse ona kısmet olmaktadır.

İyi de,
-Ya o algılar ve beklentiler ülkenin içinde bulunduğu koşullarda kolay kolay gerçekleşemeyecekse,
-Bu işler seçimi kazanmak için olabildiğince abartılmışsa;
Bu yolla kazanılmış zaferlerin hemen ertesinde yaşanacak bir büyük düş kırıklığı, görülecek bir hazırlıksızlık, toplumda sonrasında daha derin bir ümitsizlik, siyasete inançsızlık ve o “muzaffer”lere “sittin sene sürecek” bir tepki yaratmayacak mıdır?
Böylesi bir zafer(!) sırası geldiğinde en içten taraftarlarına bile “keşke olmasaydı” dedirtmeyecek midir?
Öyle olması istenmez kuşkusuz ama; dedirtebilir de.

Olmaz demeyin…
Romalılara karşı beş yıl savaşıp bir zafer kazanan ama o zafer uğruna elindeki ordusu ile birlikte tüm gücünü kaybeden Pyrrhus da kendi zaferinin sonrasını görüp “keşke” dememiş midir?

Düşmanlarımızın kolayca hazmedemediği büyük zafer sonrasında, Lozan Konferansında, Kurtuluş savaşı kahramanı İsmet İnönü’ye İngiliz temsilcisi Lord Curzon “Şimdi hiçbir isteğimizi kabul etmiyorsunuz, ama bu konuları unutmuyorum, hepsini cebime koyuyorum. İleride, harap ülkenizi imar etmek, perişan ekonominizi düzeltmek için para aradığınız zaman bize geleceksiniz ve ben o zaman, sakladığım bütün bu istekleri cebimden çıkarıp önünüze sereceğim” tehdidini savurmamış mıdır?

O tehdit ciddidir gerçekten ama, genç devletimiz daha savaşırken, cephenin tozu dumanı ve barut kokuları arasında iken bile kalkınmanın, güçlenmenin, çağdaşlaşmanın modelini kurmuş ve karşıtlarının beklediği hazırlıksızlığa düşmemiştir.
Şimdi bu yazıyı; dünya tarihinin en büyük, en “muzaffer” kumandanlarından biri olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 17 Şubat 1923 günü İzmir İktisat Kongresini açış nutkunda söyledikleriyle, bize bıraktığı “reçete” ile bitirelim.

Şöyle diyor o en büyük “askeri ve siyasal zaferlerin kumandanı”:
“Siyasî, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadi zaferler ile taçlandırılamazlarsa meydana gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner”.

Ve bir daha düşünelim: bir sonraki aşamasına hazırlıklı olmadan kazanılacak “Zafer”ler acaba kalıcı zaferler midir?

Sadece zaferi kazanmaya odaklanmak, İçerisinde bulunduğumuz zor koşullardan kurtulmaya, adeta yeniden yapılanıp düze çıkmaya yeterli görülebilir mi?