Trübünlere oynamanın hoş sadası
ve bunun üzerinden siyaset yapmanın yanlışlığı


Acaba bir espri miydi yoksa Yeşilçam’ın sayısız ucuz filmlerinden birinde araya sokuşturulmuş bir sahne mi tam çıkaramıyorum ama anımsadığım kadarıyla birisi, -ki o bir Amerikalı kovboy da olabilir yerli taklidi de- barın ya da meyhanenin kapısına dikilip içeriye doğru makamlı bir “Heeeeyyyyttt” çekerek bağırıyordu:
“Var mı bana yan bakan?”
Bu hem meydan okuma hem bir soru nidâsına içeriden:
“Ben varım …” diye cevap gelince o kapıdaki, bu sefer de durumu kurtarabilmek için derhal kıvırtıyor ve sözünün devamını “Var mı burada ikimize yan bakan” diye çevirmeye gayret ediyordu.

*
İnsan hafızası sanki milyonlarca metrelik bir film deposu.
Bir bakıyorsun okuduğun bir cümle, duyduğun bir söz ve hatta bir kuşun ötüşü bile kişiyi o yaşadığı yerden alıp bir anda kim bilir kaç yıl gerilerden bir kareye kadar götürebiliyor.
Zaten söylendiğine göre de bugün en gelişmiş bilgisayarlar bile bir insan beyninin depolama ve işlev düzeyine ulaşamamış henüz.
Yani bazen bir çağrışımla neredeeen nereye!

İnsan bu.
İçindeki “ego” onu her zaman böyle çıkışlar yapmaya zorlar kuşkusuz.
Hele koşullar bir denk gelmesin; çıkar meydana “sallar” icabında.
Hele de onun sallamasını bekleyen, hadi sen söyle diyen ya da gerçekten böylesi şeyleri duymaktan mutlu, -bir anlamda kulak zevkine- böylesine yatkın olanlar oldukça.
Ama neredense bir sözü daha hatırlarım: “Bu memleket fazla laftan battı” diye.
“Niye ki?” Diyeceksiniz; “Bırak herkes içini döksün, düşüncesini söylesin. Bakarsın üç yanlış arasından bir doğru da çıkabilir”.

Tamam, hadi öyle olsun da, iş ciddiyete binince yani konu bir derde derman aramak olunca böyle dört ihtimalli söylemlerin kimseye yararı olmayacağını da bilmek lazım.
Malum, bunu en çok eğitimciler bilir ve uygular:
Hani “Sınavlarda üç yanlış bir doğruyu götürür” diye sallamayla prim yapmayı önleme amaçlı bir kuralımız vardır ya...

*
Türkiye bu günlerde, en iyimser görüşlere göre bile “bıçak sırtında” bir ekonomik durumdayken haliyle kendisinden reçete beklenenlerin de ağzına bakmak, bir umut ışığı görmek arzusu yaygın.
Dolayısıyla beklenti yüksek.
Ama hazır bu kadar alıcısı var diye de olur olmaz reçetelerle ortaya çıkmak, futbol deyimi ile “Tribünlere oynamak” doğru da değil.

Öyle ki, o tribünlere, onların heyecan ve duygularına oynayıp da sonunu getiremediğiniz zaman ya o meyhane kapısında meydan okuyan kovboy gibi lafınızı çevirecek, durumu kurtarmaya çalışacaksınız ya da bu kez tam tersi duygularla o tribündekilerin iltifatlarına(!) mazhar olacaksınız.
Tercih, herkesin kendi tercihi tabii…
*
Dedik ya; Türkiye ve dolayısıyla halkımızın büyük çoğunluğu neredeyse akşam ne yiyeceğini düşünmekle geçiriyor gününü. Yani sıkıntı had safhada ve yine de bir umut beklentisi kol geziyor.
Peki siz bu ülkede aklı başında biri olmanız beklenirken, sırf bir ego uğruna, bu ortamda insanların umutlarını önce bir saman alevi gibi parlatıp sonra da söndürerek onlara hayal kırıklıkları yaratmayı kabul edebilir misiniz?

“Bana göre öyle ama…” diyerek sadece kendi dar pencerenizden gördüklerinize bakarak böyle derin konulara girmeyi doğru bulur musunuz?
Bulunmamalı elbette…
Çünkü üç yanlışınız sizden bir doğruyu götürür, size göre ne kar ne zarar, sonuç sıfır olur olmasına da, işin kötü tarafı; çaresiz bekleşen halkın moralinden, güveninden ve şanslarından çok şey götürür.

*
Halkımız sıkıntıda.
“En alttakiler”den başlarsak; İşsiz iş bekliyor, çalışan ve emekliler maaş artışı. Hali biraz daha iyi olmalı denen esnaf, sanayici daha da kötü durumda. Onlar bırakalım ellerine biraz daha para geçmesini, ellerindeki kendi sermayelerini de tüketmişler, eksilerin eksilerine doğru yol alıyorlar.
Bu arada galiba en sıkıntılı durumda olanlar da EYT’liler dediğimiz kesim.
Hadi işsizin parası olmasa da belki bir gün bir iş bulurum umudu var.

İşi olanların ya da emekliler, yetmese de kuru ekmeğe talim edebiliyor ama ya hem iş bulma şansı olmayıp hem maaşı olmayan şu EYT’lilere ne demeli?
Tribünlere baktığımızda en büyük hassasiyet, en büyük duygusallık ve beklenti onlarda değil mi?
Diyelim ki, “Kolaaay… alın size reçete” dediniz.
Bir an için de o tribünleri dalgalandırdınız.
Acaba size bu ekonomiyi yönetme yetkisi verilse; kaç paraysa bastırıp “alın size şu kadar verdim” diyebilir misiniz?
Hadi gönlünüzden geçti, gözü kararttınız. Peki yapabilir misiniz?

*
Hani bizde “eğri oturalım, doğru konuşalım” diye biz söz var ya; gelin biz de öyle yapalım.
Ne yazık ki Türkiye bu para konusunda büyük bir sıkıntı çekmekte, içeride enflasyonu azdırma bahasına para basılıp verilebilse de dışarıdan para bulup en azından şu borçlarını döndürebilmek ve dolayısıyla iflas etmiş duruma düşmemek için bazı “olmazsa olmaz”lara dikkat etmek ve ne yazık ki uymak zorundadır.

Nedir bunlar:

1.Türkiye, bir gün bütün dış aleme dönüp de “Allah bana ben size” demeyi göze alamadıkça, dışarıdan biraz daha para bulmak zorundadır. Ve bu günlerdeki bütün arayışlar da ondan mı alalım buna mı gidelim düşüncesi etrafında dönmektedir.
Ancak taa 2000 yılı öncelerinden biliriz ki bu para için sonuçta kapısına dayanmak durumunda olunacak “finans piyasaları” ve bu piyasaların büyük kurumları o parayı verirken mutfakta kullandığınız gazdan emekli maaşına, hastanın ilacından asgari ücret düzeyine kadar hemen her şeye müdahale ederler.
Hafızasını bir parça gerilere götürenler bizim o tarihlerde “niyetlendirilip” altına imza koymak durumunda kaldığımız mektuplarımızı da, üstelik kapısında “Egemenlik ulusundur” yani her şeye bu millet kendisi karar verir yazılı Meclis’e süre verilip “15 günde şu 15 kanunu çıkarın” dendiğini de anımsayacaklardır.
Bugün ne yazık ki o günden daha da derinlere inen sıkıntılı bir durum vardır.
Şunu da ekleyelim, şimdiki EYT de ta o 2000’lerde önümüze konan faturanın bu günlere kadar sarkan ve hala ödenmekte olan bakiyesidir. Ve etkisi bu günlere sarkan o kararın altına imzasını atmak “zorunda” kalanı da ne siz sormuş olun ne ben söyleyeyim.

2.Türkiye ekonomisinin kendini toparlaması, parasının itibarının yükseltilmesi için bu işe aklı eren hemen herkesin kabul ettiği şey, basmışken biraz daha fazla para basarak yangına körükle gidilmemesidir.
Önce ekonominin güçlenip bu mecburiyetlerden kurtulunmasıdır.
Yani önce bir ödeme gücüne kavuşulması, kimseden talimat beklemeden çarkını döndürebilmesidir.
Bu çok acıdır ama ne yazık ki içinde bulunduğumuz durumda o “yangına körükle gitme” anlamında yapacağınız her şey bırakın içerideki ekonomik toparlanmayı, dışarıdan gelebilecek parayı bile alenen reddetmek sonra daha da kötü koşullarda alınabilecek olana razı olmak, küresel sermayeye tam yelken açmak anlamına gelir.

Peki, her şeye rağmen yine de yapılabilir mi bir şeyler?
Denebilir mi “Var mı bize yan bakan” diye aleme?
Ki böylece EYT'lilerin mağduriyetinden başlayıp herkesi olabildiğince sevindirmeye çalışalım.
Vallahi yapılabilir derim.
Biri çıkıp “Durum da budur, fatura da budur, herkes kabul etsin, bu “acıların acısı” ilacı da içeceğiz ama varmı bize yan bakan da diyeceğiz” diyebilirse neden olmasın?
Bu millet nelerin altından kalkmadı ki?
Ama bunu kabul etmeden, altı doldurulmadan söylenecek bir şeye “Bas parayı dağıt, ortalık şenlensin” denmesine “aman ne kolaymış” diyerek katılmak doğru olmaz:

Biliyor musunuz, biz bir yandan bazı istatistiklere göre dünyanın sayılı ekonomilerindeniz, aldık başımızı gidiyoruz , üstelik alemi çatlatıyoruz. Bazı istatistiklere göre ise diplerin dibindeyiz.
Yani istatistiklerde de “tevatür muhtelif”.
İşte bu nedenle gerçek bir kahramanlığı önerenlere “amenna” deriz, sırasında savunuruz da.
Ama eğer söylenen lafın arkası getirilecek gibi değilse, o meyhane kapısında nağra atanın durumuna da düşmek istemeyiz.

Hani çok şey söylerler ya o istatistikler için ama geçelim şimdi burasını da istatistikçiler incinmesin.
Şüphesiz o istatistikleri kullanırken üç yanlışın yanında bir doğru olmaz değil.
Kişisel olarak herkes bu olasılıkları kullanarak bir yerlere varmayı deneyebilir.
Ama bugün öyle bir noktadayız ki; bu arada bir de doğru yakalayabilirim diye hiç kimsenin tek bir yanlış yapmaya bile hakkı yok.