Fırdöndü

Çocukluğumuzda geçirdiğimiz yılbaşılar biz ufaklıklara göre muhteşem gecelerdi.
Önemli bir yaramazlık yapmadıkça büyüklerle gece yarısını beklemek, gece yarısından sonra tombala’ya katılmak, bizim için her halde o yaşların tarihi olaylarındandı.
Hane sahibinin becerisine göre hazırladığı sarmalar, dolmalar kesesine göre çıkardığı meyve ve kuru yemiş biz çocuklara göre senenin bu en uzun gecesine büyük bir keyif katardı.
Hele o yemeklerin ardından ortaya çıkan tombala torbası ve pirinç fırdöndü.

Tombala tamam da, “fırdöndü”yü biraz anlatmazsam yanlış anlayabilir yeniler.
Fırdöndü pirinçten yapılan küçük bir alet.
Buradaki pirinci kimse sakın pilavlık pirinçle karıştırmasın. Pirinç, çinko-bakır alaşımı sarı bir maden.
“fırdöndü” de bu madenden yapılmış ve altıgen prizma biçiminde, fındık büyüklüğünde bir oyun aleti. Oyunda herkes sırayla fırdöndüyü döndürüyor ve dönmesi durup yere yatan fırdöndünün yukarıya gelen yüzündeki yazıya göre o döndüren kişi bir şeyle kazanıyor ya da kaybediyor.
Fırdöndüye “oyun aleti” diyorum, çünkü o zamanki küçük yılbaşı harçlıklarıyla oynandığı için “kumar aleti” sözü biraz sert kaçıyor.
* * *
İstanbul’un sembol haline gelmiş şehir içi vapurlarına geçenlerde üç tane daha eklendi Kasımpaşa, Hasköy ve Sütlüce. Bu motor irisi üç vapur Haliç-Üsküdar arasında yolcu taşıyacak.
“Kasımpaşa”yı çok sevdim.
Rahmetli dedem Yalovalı Mustafa Kaptan, Kasımpaşa’nın eski motor kaptanlarındandı.
Denizci diliyle “Efendi kaptan”lardan.
* * *
İstanbul’da halkın günlük hayatıyla iç içe geçmiş birkaç şey varsa, bunlardan biri mutlaka belediye otobüsleri, diğeri vapurlardır ki onlar İstanbulluları sabah evden işe, akşam işten eve taşırlar, hatta bir bakıma “kavuştururlar”.
Geçtiğimiz aylarda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin vapurlarını işleten şirketin satılacağını duyduğum zaman aklım çıktı! Olacak şey değil, özellikle Boğaz’ın iki yakası arasında gidip gelen bir İstanbullu için neredeyse babasının kayığını satmak gibi bir olay.
Hatırlar mısınız, bu vapurlardan bir kaçının yenilenmesi sırasında kendilerine sorulduğunda İstanbullular bu olaya ne kadar istekle sahip çıkmışlar ve bacasından kaptan köşküne kadar her yanını nasıl da titizlikle tartışmışlardı…
Hele yanılıp da tipinden haz etmeyecekleri vapurlar yapılsaydı, inanıyorum her binen mutlaka bir kere bu işi yapanların kulaklarını çınlatırdı.
Tuhaf bir duygu. Alışkanlık mı demeli, yoksa çerçevesi pek de kolay çizilemeyecek bir sıfatla“İstanbulluluk” mu demeli bilemiyorum ama bildiğim o ki, bu vapurlar için söz hakkı İstanbullularındı.
“Satılacak” haberi çıktığı zaman meraklanıp şöyle geriye doğru baktığımda, bir yandan da yeni yeni vapurlar alındığını görmüştüm.
Enteresan, bir yandan satışa hazırlıyoruz haberleri yayılırken bir taraftan da Avustralya, Çin gibi bu dünyanın iki farklı ucundan birer ikişer yeni vapurlar alındığını görüyordum.

Ne yalan söyleyeyim, insan böyle durumlarda kolay kolay anlayamıyor görüp duyduklarını… Satılıyorsa neden bu büyük alışverişler yapılıyor, satılmayacaksa bu arayışlar nereden kaynaklanıyor? Acaba hem alış hem satışın, her ikisinin de bir arada olmasının bizim anlayamadığımız başka bir mantığı mı var?
Yoksa bu, gâh alınıp gâh verilen ve bizim aklımızın almadığı kadar büyük bir fırdöndü oyunundan birkaç enstantane mi?
Satış haberleri sırasında bunları düşünürken bu kez de Haliç için üç yeni vapurun ya da motor irisinin denize indirildiğini ve deniz taşımacılığına yeni kapasiteler eklendiğini gördüm. Üstelik bu seferkiler öncekiler gibi Çin ya da Avustralya mühendis ve işçilerinin emeği değil tamamen Türk mühendisliğinin ve işçiliğinin eseriydi.
Hepsini alacaklar, gidecek diye üzülürken üç vapur daha geldi… ne güzel.
Çocukluğumun yılbaşlarında oynanan fırdöndü geldi yine aklıma:
Fırdöndünün altı yanı vardı, dolayısıyla altı tane de ihtimali:
Bir koy
İki al
İki koy
Bir al
Birer koyunuz
Hepsini al !
Hepsini kimse almasın, birer ikişer artsınlar, vapurlarımız bize kalsın.
Onlar İstanbul’un malı, İstanbulluların vapurları onlar İstanbul!